26 Aralık 2012 Çarşamba

- Kaşık-

İnsanlar da topraktan beslenir tıpkı ağaçlar gibi ve besler bir gün toprağı, karşılığında. Hayatın kendisine verdiklerini iade eder aynı yöntemle başkalarına. Köklüdür, kuvvetlidir bağları, iner içine tabiatın, tabiatının.
Kavurucu sıcakları da, dondurucu soğukları da en çok ayaklarında hisseder bundan dolayı.
Topraktan çıkamaz ya, ondan uzanır göğe başları ağaçların, izler tepesindeki yaşamları, eşlik eder altında kalanlara, hizmet eder, yüksekten bakmaz, aşağı görmez, yüksektedir bilir, bilinçli bakarlar, bilgedirler. Eğilmez umutsuz olmadıkça, yaralanmaya da hazırdır her insan kadar, cildi kalındır ama onun da buram buram yaşam akar derinlerinde. İncinsin istemez ama korkmaz, gövdesini oyan insanlara kızmaz, yaşam getirdikleri için, dokundukları için şükreder gülümserken.
Şev düştü mü toprağa, herkes uyur ya, o canlandırır yapraklarında gün ile gecenin erişilmez kesişimsiz, sonsuz aşkını.
Çocuklar cıvıldarken köklerinde, insan olduğunu hayal eder zihninde, zamansız hikayeler kurar, beden bulduğu.
Kaderin alaycığına şahit olmamıştır, şansından. Bilgedir dedim ya ağaçlar, sevdikleri hep çevrelerindedir bilir, yüzyıllar geçse de bekler inançlıdır. Bir gün sökülürse damarlarından sevdiceği, belki arkasına saklanan çocuğun elinde oyuncaktır, belki karşısındaki banktır, akşam olup ateşler yakılınca, alevlenen odundur bazen, rüzgarlar süpürür küllerini sevgilisinin, dallarının arasından süzülür, er ya da geç başka bir formda dahi olsa birleşeceklerdir, farkındadır.
Bir gitarın derin tınlaması serenattır kulağında, bir uçurtma iskeletinin gökte süzülüşü rüyalarıdır yer yer, nereye baksa sevgi görür bundan dolayı. Her yerdedir özü her anındadır yaşamın. Oyulur işlenirse hele, çatlakları yaşının göstergesidir, derindir ama doldurulamamasından mutludur anılarının. İzleridir yaşamının geçmişi ve geleceğe dair gururudur. Hayal gücünün sınırsızlığında beden bulur ama en çok sarılıp uyumayı merak ederler insanlara dair. Dokumayı, sarmayı sarmalamayı, karışmayı ve kaybolmayı sevdasının bedeninde. İşte bundandır ağaçların kaşık olma merakları. Bundandır en sıcak aşların ahşapla karıştırılması, bundandır, aynı çekmecede birbirlerinin üzerine bırakılmaları.. İçiçe olduktan sonra nereye baktıklarının bir önemi yoktur zira.

Yaymak için varolur ağaçlar da tıpkı insanlar gibi, sevginin tadını.


T.

27 Kasım 2012 Salı

Melekler de doğar

Basitti niyetim. Daha az okumak ve bir o kadar dolanmaktı ortalıkta hayalim. Son sınıfım ben katılmasam dersinize diye gülümsedim, daha güleç bir tonla reddedildim. Maillerle edilirdi ödevler teslim ve sessizce arka köşede takip edilirdi öğretin. Aynı kampüste ayrı kalmıştık tam 1 dönemdi süresi bir merhaba geçirmişti içim. Gökyüzüne ahşap evler mi kurmak istemedik, karavanla aşındırmayı mı asfaltı bilemedim.
Seneler geçti de üzerimizden nasıl da pekişti sevgimiz. Bir baktım ki uzun sohbetler kavuşturmuş kollarını sus pus kesilmiş bizi dinliyor merakla, her buluşmada başka bir makara, beyin fırtınaları bir yana, soyunmadık mı korkusuz anlatmaya. Eh haykırdık da hani elele barışı, tokuştu kadehler coşkuyla. Birdik hepimiz sonunda, farkındalıkla sarılırken doğaya. Böyle başladı, böyle ilerliyor arkadaşlığımız hocamla. Bak yazılar dökülüyor işte uğruna.
Boşuna değil elbet adın. Işık yolcusu kararmaz asla adımların. Sen mutlulukla sarıldıça hayata gör bak kaç genç daha aydınlanır ışığınla. Doğduğun gün dündü, doğduğun gün bugün, yarın ve her zaman. Parlasın kanatların yıldız tozlarıyla. Daha pek çok canlanışta, biliyorum arar gözlerim ruhumu heyecanla. Ne mutlu bir hediyesin sana hayat veren kadına.

T.

3 Kasım 2012 Cumartesi

-Özgürleşme-

Son zamanlarda hep aynı konuların dikkatimi çekiyor olmasından dolayı her ne kadar kendimi tekrarlıyor dahi olsam, günümüz dünyasında cidden bir çarpıklık söz konusu sanırım. Insanlar, öz sevgilerinden adım adım uzaklaşırken, başkalarına dair geliştirdikleri nefretlerle hayata tutunmayı alışkanlık haline getirmişler adeta. Insanoğlunun bir duruma kızmasını yadırgamıyorum, ne kadar istemesem de benim de kızdığım şeyler var ancak bunu her farkedişimde bir sonrakinde kızmamayı ümit ederek değiştirmek için çabalıyorum. Zaman dahi alsa, farkettikten sonra değişim başlıyor inanıyorum.

Şu sıralar kendi yansımalarımı izlerken bir yandan, öte yandan da onların vicdanlarının rahatlamasına şahitlik ve yataklık ediyorum. Kendimle ilgili geçmişi gözönüne serip, bunla ilgili bir rahatsızlığım varsa vicdanen yüzleşirken mümkün mertebe yargılamamaya çalışarak sadece mevcut rahatsızlığın ortadan kalkması için durumu kabulleniyorum. Elbette ki hata insanî olduğundan ve benim, zor bir ergen ve hatta yetişkin olmamdan mütevellit, başarı madalyaları gibi seri seri dizdiğim hatalarım var. Olsunlar, iyi ki de varlar diye düşünerek, anlayarak, sevgiyle, önce kendimi affederek korkak çekingen geçmişteki bana sarılarak, elinden tutarak bugünümde arkamda silikleşmesi yerine, yanımda yürümesine çabalıyorum. Hepsi benim, her hareket benim seçimim ve hiçbirinden pişman değilim.

Benim sorunum kendimi yeterince sevmemekti. İnsanlara verebileceğim sonsuz bir sevgi ve arka planda bir o kadar yargı varken, kendime verdiğim sevginin azlığı ve yargının fazlalığından bihaber, arıyordum, ruhumu, eşimi ve kendimi. Çok sevdim veya çok sevdiğime inandım. Kendim için yapmaya üşendiğim pek çok şeyi başkaları için gözümü kırpmadan yaptım. Yollara ve yıllara karşı koydum adeta. Ruhumun huzur bulabileceği bir anın hasretiyle savrulup durdum. Yaşadım da, kendimce, eşsiz anılarım var biriktirdiğim ve her zaman seveceğim sevdiceklerim. Yine de zor, insanları severken onlardan mahrum olmak, bir yanı insanın sevginin koşulu olmadığını sayıklasa da, öte yanı biraz daha hissetmeye heveslendiğinden midir, beklentiler geliştiriyor. Bu beklentiler hayat bulmadıkça da kurgulamalara bırakıyor yerini. Bir anda bir bakıyorsunuz ki o boncuk gibi parlayan gözlerin feri kaçmış, heyecandan kanatlanmaya hevesli kalbiniz, sinmiş bir kenara, sıkkın, tedirgin, korkak, mevcut duyguyu muhafaza edememiş bir diğerine çoktan yenik düşmüş.

Hiçbir olayın kızgınlıkla ya da küslükle sonuçlanmasına gerek yok aslına bakarsanız. Bazen kendinizi ve sevdiğiniz insanları özgür bırakmanız gerekir, herkes için hayırlı olanın gerçekleşebilmesi için. Ve elbette kimse için kolay değildir bu sürece şahitlik etmek ancak en nihayetinde hayat bir makine değil ve bizler de uzman kod yazıcılar olmadığımızdan dolayı, bazı deneylerin sonuç vermesi için sabretmekten başka yapılabilecek eylem yoktur.

Aynı göğün altında nefes aldığımıza göre, bir şekilde bağlıyız aslında birbirimize

T.

Sevmekten ve söylemekten ve öğrenmekten korkmadığımız bir yaşam dileğiyle

3 Ekim 2012 Çarşamba

-In The Light of Love- Last word


Derindi!
Sesi, sessizliği, bakışlarını taşırdı ismi.
Büyüleyiciydi bir yanı, insanı kendinden alır,
Çorak diyarlarda, semanın altında, bırakırdı bir başına.

Dünya bir yana dururdu, evren öteye,
Bir gözlerinden yansıyan melek yüz kalırdı geriye
Göktü o, güneş, toprak, su, yaşamın ta kendisi.
Ne karmaşık renkler dönerdi içinde insanın,
O dokunduğunda ruhuna adeta.

Gün sanır, peşinden sürüklerdi istemsiz
İndikçe derinlere kaybolurdu oysa ki,  adında
Aydınlanınca gözleri, göründü, içinden fışkıran ile aslolan bir değildi

Yine de her iç çekişte, bir parçasını taşırdı ruhuna nefesinde.
Sonsuzlukta beraber var olmak adına değil bu sefer,
Anladı ki ne kadar güzelmiş aslında kendi gözleri, bakan olduğu için.
Gönül pencerlerinden yansıyan ışıklar adına,
Derinlerinden çıkarıp, saldı geçmişini doğaya,
Devam edebilmek için kaderinin yolunda.

T.

5 Eylül 2012 Çarşamba

- Free Hugs & Peace -

Affetmek için her zaman bir gerekçesi olsun ister insan. Öncesinde kırılacak kadar hazırlamıştır kendini ve başına gelenler sanki kendi bilincinde değilmişçesine çarpar duvarlarına gönlünün. Farkındalık, sadece bir anı bile anlamak yeterdi oysa affetmek için. Her gün, istisnasız her gün, üzerinde yaşadığım toprakları benimle paylaşan biri ölüyor, öldürüyor, tecavüz ediyor, kavga ediyor, küfür ediyor, hakaret ediyor, yargılayarak bakıyor. Her zıtlık bir diğerinin yokolması için yeterli sunuluyor. Yedikleri, içtikleri, makyajları, kıyafetleri, hareketleri, vurguları, fikirleri, davranışları farklı diye bir sürü insanı az görülüyor. O baş örtülü, o Atatürkçü, o emperyalist, o eşcinsel, o gerici, o ilerici, o oyuncu, o sanatçı, o yazar, o kadın, o çocuk, o adam.. Insanlar yaşamları boyunca birbirlerine zulmediyorlar. Gerçekten barışı isteyen kişi, anlamaya çalışsa, yüzleşmeye çalışsa, kabullenmeye çalışsa, affetmeye de çalışır, değişmeye de başlar. Ama olmaz değişimin her zaman kötü olduğu öğretilmiştir. O zaman hiç değişmeyin.

Ben istemiyorum bu ülkede birileri öldürülsün, Türkmüş Kürtmüş, anarşistmiş faşistmiş, deistmiş ateistmiş, insanlığın bunca geliştiği bir çağda, bütün insaniyetinden feragat etmiş kemiklere dönüşülmesini..Kendilerinden bunca nefret edebiliyor olmalarının nedenini anlamalarını umuyorum. Duygu değişimlerini kabulleniyorum ancak bu duyguların esaretine giren insanı canavara dönüştürebilmesini artık kabul etmek istemiyorum. Insanların yersiz bir keyifle oldukları yerde gülümsemelerini, birbirlerine sevgiyle yaklaşmalarını, mesafelerini bütün zarafetleri ve insaniyetleriyle koymalarını, kendilerini ifade edebilmelerini yeniden yeşertmeye hevesli olmasını istiyorum.

Neden senden daha eğitimsiz diye birisine özelmişsin gibi davranasın ki, onun sahip olduğu yetenekleri, kültürü, zevklerini bilmeden. Neden senden farklı giyiniyor diye etiket takasın ki, senin en iyi markaları taşıyor olman mı, renk zevkin mi, uyumun mu, fikrinin sembolü mü karşındakine yukarıdan bakma hakkını veriyor.
Sana hayatını ayırmış, ayırmayı seçmiş ya da ayırmayı kabullenmiş birisine kötü davranabilirken, kendi canına kanına değersiz hissettirebilirken, sevmezken ve sevilmezken elbette ki herhangi bir insanı göz kırpmaksızın öldürmek mümkün olabilir.Çevrenize bir bakın, ne kadar da çok insan Matrixte gibi yaşıyor. En baskılananından en serbestine kadar. Her hareketi dikkat çekmek için  işte bu sebeple en insani duygular bile çıkar süzgecinden geçirilerek yorumlanıyor. Paranoya zihne hükmeden bir virüs olmuş. Öyle mi demek istedi, böyle mi yapmak istedi, artık iletişim öyle bir hale geldi ki, kendini ifade etmekten öte kendinle savaşmaya döndü insanlar için. Hep yan yollardan kıvırtarak, türlü oyunlarla, stratejilerle, sonraki 5 fena adımı hesaplayarak yazmak yazmak yazmakla geçiyor. Hayır diyebilen insan sayısı azalıyor. Hep bir kurban olma, bir maruz kalma durumu sözkonusu, biri bir şey söylemeye çalışıp söyleyemediğinde hemen senaristler masa başına geçip olası felaketleri hesaplamaya başlıyor ve bundan bir dizi çıkarıyorlar. Tv de son yıllarda yayınlanan pek çok dizi de aynı kurguyu öğreterek geçiyor zihinlerden.

İnsan ne istiyorsa yiyebilmeli, kendini rahat hissettiği şekilde giyinmeli, kaygılı konuşmamalı, rahat olmalı genelinde. Hareketlerini bir amaç uğruna kodlamaktansa, ağırlaştırılmış tempoda algılamalı durmaksızın akan dünyayı.

İşte o zaman affetmek barışı getirebilir. Tüm dünya çırılçıplak kalsa, ne önemi olur sarayda yaşamanın ya da çöplükte yatmanın. Öylesine mutsuzluğa kurgulanmış ki, mutluluğun kıymetini ve ne güzel olduğunu hatırlayamaz olmuş insan, bir de üstüne koşulu olduğunu savunduğunda hastalığın ne kadar yayıldığını anlamak gerekiyor.. Barış için sadece sarılmak yeterli bence. Sizin gibi düşünmeyen bir insana sarılın ve onu yargıladığınız için kendinizi affetmeye çalışın. Zaman alacak, ama kişinin kendi için çabalaması, savaştığı tüm benlikleriyle barışmasını sağlarsa, bir sürü insanla barışmış oluyor aslında.

T.

Hayırlı olan gelsin başımıza her gün ağardığında...

25 Ağustos 2012 Cumartesi

-Denge-



Çocukken çok farkında olmuyor insan ya da daha farkında mı desem bizim zamanla yanlış anladığımızın gerçekliğin.. Taa ki işin içine herkesin kendi bildiğince, ona öğretildiğince uyguladığı kurallar girene dek. Önce yanlışlar öğretiliyor sonra doğrular. Ayıplar var. Bedenden atılmak istenen ve bedene alınmak istenen herhangi bir şeyin ayıplaştırılabileceği bir çağda yaşıyorsun. Hapşırmak, ağlamak, kusmak, gaz çıkarmak, geğirmek, zevke ulaşmak mesela. En dünyevi boyutta bile ne kadar da sığlaştırılabilen düşünceler zinciri. Nasıl ve kime göre uydurulduğu belli olmayan bir sürü kurallar. İnsan olarak, hep dikkat etmek zorunda olduğun, bir hayat yaşamaya zorlanıyorsun. Oysa ki bir denge var. Eşitlik ki güneş gibi, sevgi dolu doğar insanın kalbinde, aklından geçerek. Hepimiz çıplak değil miydik, yanlış mı anladım acaba, derisinin kalınlığı mı peki kişiyi üstün kılan, gözünün rengi mi, üzerinde doğduğu kumaşın pahası mı, kanının grubu mu annesinin, henüz verilmemiş adı mı, üzerine dikilen soyunun adı mı, nedir? Ölümü görebilecek kadar yakın olduğunda, elde ettiği neyi beraberinde götürebiliyor olacak bulamıyorum. Sadece üzerinde olanlara bile sahipliğin bitecek bu beden için. Peki, her şey bunca çıplak başlayıp çıplak bitebiliyorken nasıl oluyor da geriye kalan her anda giyindikçe giyinmeye çalışıyor insan? Üzerini giydirmeye duyduğu açlık içini açıkta bırakıyor yavaş yavaş. Sadece bir tek neden bulduktan sonra soyunur gibi çıkarıp atıyor, bir bir kendisini güzel kılan özelliklerini. Gitgide daha madde bağımlısı bir hal alıyor insanlık. Yıllar geçtikçe bu oyunun birer parçası olmaktan çıkıp oyunun kendisine dönüşüyoruz aslında. Hepimizin gizli kullanım kılavuzları var. Mekana, duyguya, duruma göre farklı farklı karakterlere bürünüp her yerde, oynuyoruz. Kendimizden ne kadar uzaklaşırsak o kadar yüzleşmeden kaçabiliyoruz. 'Ve ne mutlu değil mi ki koskoca bir ömür boyunca kaçabileceğimiz sonsuz şey var. Oley. Meksika dalgası hatta. Eh ölünce de kaçmaktan kurtuluyoruz zaten. Farelerin kemirdikleri hasır şapkalar gibi delik delik kalan bir ruhla başbaşa, sonsuzlukta. İnsan daha ne ister. İyi güzel oldukça havadar. File çorap gibi, seksi de gösterir, Wohoo' kafası aslında ne kadar şanslı/şanssız oluyor bu durumda. Şanslı çünkü her zaman gidebileceği bir yol var. Şanssız çünkü, gözlerini çevirmediği için midir, bir türlü göremez, diğer tüm yolları. Kesişim noktalarını...

İşte bunların hepsi olmaya koşullandırıldığımız insan yüzünden.

Ben, sırf üstünlük gösterme arzusu yüzünden birbirine horozlanarak iletişimden yoksun hale getirilmiş; kendisinden farklı olan her şeyi yargılama hakkını verecek kadar özgüveni yerlere inmiş; kadınlarının ego kavgalarına sokulduğu ve hatta kimi zaman öldürüldüğü, cinsiyet ayrımının ve ırkçılığın uluorta görüldüğü, okuma yazması olsa da okuma anlaması olmayan, istese de imkan bulamayan, hiç bir anında sabır gösteremeyen, kendisi dahil önce çevresine sonra da her şeye büyük bir nefretle yanaşan, sevgiyi maddileştiren, şeklini değiştiren, hasta, mutsuz, fikri pis insanların da olduğu bir ülkede, bir dünyada yaşıyorum.

Her sabah uyandığında, aldığı her nefesin farkında, bedeninden yaşam akan, tüm canlılara değer veren, bir şekilde hayatı onlarla paylaşabilen, yüzü gülen, özgür, mutlu, varlığının bilincinde, rengarenk, doğa ile bütünleşmiş, ruhunu keşfetmiş ve geliştirmiş, düşünceleri dingin, hayalleri gerçek insanların olduğu bir dünyada da yaşıyorum. Ve daha da fazla insanın mutluluğu yeniden benimsemesini diliyorum.

Tüm sorunlar, bireysel, toplumsal, evrensel her ne varsa, dengeli çözümler olmadığından meydana geliyor ve giderilemiyor. İnsanlığın aslında barışı tarif edememesi bütün mesele.. Oysa sevmek, mucize yaratmaktır, mutluluk ise özündedir insanın.

T.

20 Ağustos 2012 Pazartesi

-Başka Bir Bayramda-

  Bereket, sevgi ve kardeşlik akıyor toprağından cihana oysa.. Insanları güler yüzlü, sarmal, dinleyici. Bilimi doğurmaya, sanatı geliştirmeye hevesli. Düşünür, tartışır, anlaşır, uygarlıkların yaşam hikayesi. Tam da üzerinde durduğumuz coğrafyada. Bir nevi kronolojik ütopya. Herkes birbiri için eşit şartlar geliştirmeye çabalasa da, en basitinden varsa bir yöneten, geri kalan herkesten daha nüfuslu olduğundan mıdır, kurulamamış istenen düzen.. Gel zaman git zaman çoğaldıkça, hanelerden elbet çıkmış bir içi kara. İlk yalanın icadından sonra, tüm hayallerini gerçekleştirecek kapının açıldığını sanan içi kara, farkedilene kadar rengi, aşılar fikrini, yandaş arar emellerini gerçeğe ulaştırabilmek için. Öte yanda toprağına, ruhuna, kanına vakıf olan, biraz düşünen her insanın beslediği sevgi gibi neşeyle akarken dudaklarından zıt fikirlinin, ölümler yaşanır arkasında, isyanlar savaşlar gerçekleşir, ayrımcılık büyür, insaniyet küçülür, doğa da bir yandan vurur, yarın için türlü türlü zeka oyunları geliştirilirken, gıdım gıdım, önce reddedilir inceden olmaya çalıştıran ademoğlunun en vasat torunu 'modern insanlık' sonra yetiştirilir makineleştirilir. Kendine yabancılaşmak bir yana, olası geleceğinin yokluğundan korkar insan ve bundan mütevellit elinin altındaki her şeyin sürdürülebilir olmasını arzular.


Demek ki bunların hiçbiri yeni değil. Ne zaman için düşünürse düşünsün, bu süreçler kaderi olmuş bazı nesillerin. Bir yanda da nefesin kıymetini anlamak için çalışan ve anlayan, anlatanlar, her türlü algının ve aydınlığın kapısını aralamak için çabalayanlar. Toprağa ulaşmadan hangi bitkinin tohumuna dönüşmek istediğini bulmaya çalışanlar da var.. Hayat geliştikçe, vidalı robotlar gibi dünyaya getirilip sonra kaybolan ya da bulanların harmanında labirentin sonuna ulaşmak asıl amaç. Sevginin azaldığı her an, varlığının kıymeti de azalıyor insanın.


Barış, Sevgi, Zeki, Özgür, Mutlu, Coşkun, Neşe, Armağan, Varol, Melodi, Beste, Çağdaş, Güven, Onur, Toprak, Hayat, Deniz, Güneş olsun tohumlarımızın adı, öyle ki, kaderlerini muhafaza edebilsinler, güzelliklerini sergileyebilsinler, renkleri serebilsinler yeryüzüne.

Şimdi, bugün, yarın neden güzel olmasın ki? Bayramda küslerin barışması köklü bir gelenek değil miydi bir çok inanışta. Bugün neden hala savaşlar var?

Sabahlarımız barış ve sevgi dolu olsun..

T.

18 Temmuz 2012 Çarşamba

-Çerçevesiz Anılar-



Baktım ki, yani içimde tutmak hoşuma gidiyor, seviyorum aslında ama bana zarar vermesini engellemiyorum. Başladım kaybolmaya kendi derinliğimde, meğerse anlamak için dibe inmene gerek yokmuş çünkü çıkışı zormuş. Sen yeterince iyi bakabilisen her aradığın sana yükselirmiş. Ama öyle dünden bugüne değil. Gözlerini alıştırman gerekiyor kendi rengine, kuvvetlendikçe daha net görebilmek için. Kusman gerekiyor içindeki kiri pisi, belki ağlaman uzun uzun, bir şekilde içten içe dışarı çıkarmadığın ve içinde, üzerine tepeler kurduğun o cevapları tek tek temizlemen şart oluyor. Sonra bir bakıyorsun ki, üstünü kapattığın hiçbir şey seni senden koruyamamış. Kendini koruyamadıkça, insanlara karşı da kalkanlar almışsın.Anlamamışsın, gereksiz yük taşıdığını, öylece kendi kendine, mahallenin delisi gibi dolanıp durmuşsun, düşünmemek için de kaçarak kendinden.. 
Şimdi diyorum ki, sevdiğim hiçbir şeyden vazgeçmek zorunda değilmişim meğerse, sadece onları nereye yerleştireceğimi bilmemişim bunca zaman. Temizlemeye başladıkça günden güne, bir ferahladı sanki, genişledi içim.. Öyle ki havuz bile inşaa ettim eskiden nefes alamadığım o yere.  Olayların daha farklı olmasını elbette ki isterdim aslında evet, ama diğer türlü gelişmesi de benim tercihimdi, ademoğlu her zaman neyi istediğini bilemiyor, ama öğreniyor. İşin en güzel yanı da bunu deneyimlemek zaten. Artık en azından bazı şeyler farklı gözlerimde. Ben nefes aldığım sürece, bırakmadığım hiçbir şey benden gitmiyor zaten. Ben de eskimesinler diye çerçevelemek yerine, en güzel, güneşli, en sevdiğim köşesine yerleştirdim duvarlarımın. Varsınlar eskisinler, zaman aksın, istediğim her an gözlerimi çevirip bakayım, hatırlayayım ve mutlu olayım güzel anılarıma. Ben de yıllanmıyor muyum en nihayetinde? Yargılamak yerine izleyeyim.. Öyle de böyle de geçiyor an, en değerli yerimde silikleşsinler madem dedim. Ve affetmeyi denedim, kendimi, çocukluğumu, ergenliğimi, yetişkinliğimi, özenle yerleştirdiğim tozlarımı, temizledim yavaşça.. El alışkanlığı, değil mi işte, biriktiresi geliyor insanın çeri çöpü anılarının üstüne, ama her seferinde geçiştirmek yerine en azından dursan bile, hareketsiz, kendin için bir şey yapıyor oluyorsun.. Gerçekten, kapılmadığında bile o hisse, başarmış oluyorsun, adım adım yürümeyi öğrenmek gibi aynı. Ve öylesine büyüleyici ki, sade, çıplak, coşkulu ve rengarenk, muazzamlığına ağlıyorsun çok acaip.

Sözün özü: öyle bir şeymiş ki nefes almak.. Ciğerlerine ve avuç içlerine yaşattığı mutluluğu deneyimlemenin yaşattığı yenilenme bir yana, hep istediğin şeyin anahtarının sende olduğunun farkındalığını yaşıyorsun. Dört gözle sarıldığım pek çok fikri bıraktım ki tutabileyim ellerimde, sarılabileyim kendime ve ne kadar da yumuşakmış saçlarım, bebek gibiymişim ya yumuşacık. Düşünmeden insanları, coşkuyla çıkardım Güneş'i içimden. Her daim bir mutluluk içinde küçük bir kız o  her istediğini alıyor, onun için her şeyin olasılığı mümkün, fazlasını beklediğini düşünmüyor. İzledikçe öğreniyorum işte ben de.


Anladım, sadece kalpten geçmiyormuş hayat, uğruyormuş, ama dönüp duruyormuş içinde insanın. Tepeden tırnağa her köşesini sarıyormuş bedeninin devr-i daim yaparak. Gürül gürül akarken yaşam enerjisi hücrelerinde, boşlukta düşercesine rahatlıyorsun.. Anladıkça kendini, daha kolay görüyorsun olayları ve insanları. Kırgınlıklarını, kızgınlıklarını, mutsuzluklarını sadece duruşlarından değil, söylemlerinden de çıkarıyorsun adım adım. Mutluluğun arttıkça, yaydığın renk de değişiyor, hareketlerin de, duyguların da, her şeyinle yenileniyorsun.


 Bütünlüğe yakın olsun yaşamlarımız.


T.


4 Haziran 2012 Pazartesi

- Ruh-


Bir tetiklemeden ibaret aslında o farkındalık ya da sorgulama anının başlangıcı. Çevrendeki herhangi bir eylem ya da ses ya da sadece o an durum bile senin adına özel yaratılmış gibidir. Her insan için zordur muhtemelen kendisi olmak, kendisi gibi kalmak, vazgeçmemek, direnmek düzene. Kimisi ne de değerli sanır kendini sanki dünyadaki tek değerli ve çok değerli özüymüş gibi. Kimisi değersiz sanır kendini yetersiz görür benliğini. Kabulleniş çok uzun zaman almaktadır her halükarda hakikat ile yüzleştiğinde. Ayrıca bunun doğru olup olmadığını dahi bilemezsin denerken. Hani alıp bir grup insanı karşına destan da anlatamazsın ki. Kendini kimlere ne şekilde anlatacaksın ya da anlattıkların ne kadar objektif olacak. Ne kadarı gerçek anlamda kastettiğini tasvir edecek bilemezsin.

 Hatıralardan açıldı konular, haylazdım ben çocukken. Belki hala da haylazım bilemiyorum. Yaşımın gerektirdikleri neler, çok bir fikrim yok ancak sanmıyorum ki gerçek anlamda düzene ait bir yetişkin gibi davranıyor olayım.. Tirbülansa giren uçakta insanlar iç çekerken kahkaha atan, en değerlileriyle konuşurken dahi kelimelerini seçmeye ihtiyaç duymayan, yırtık cepli, renkli ayakkabılı, masasından çayı, elinden sigarası, aklından minik hayal görüntüleri eksik olmayan, gözlerini dikip insanları gözlemleyen biriyim işte. Hatalar prensesi belki de. Gurur duyuyorum hatalarımla ve umarım hatalarımla gurur duyan insanlar da vardır çevremde. Zaman zaman içimde derin bir sessizliğe gebe kalmaya hevesli ama bunca hareketliyken dünya, böylesine dönerken umarsız, müdahale etmeden rahat edemeyen, durumlara birden çok tepki verebilen bir çoğul kişiliğim.

Anneme veya babama her baktığımda sanki geçmiş yıllarda tozunu yuttuğu sahnelere iç geçiren yıllanmış oyuncular gibi hissetmekteyim kendimi. içimde ve dışımdaki bu akımı bu kadar net hissettiğim insanların bile olmasına minnet duyuyorum. Asıl, bence, buna deniyor, aşk diye. Ruhunun eksik parçalarına uygun başka ruhlar, başka parçalar. En nihateyinde hepimiz bir bütün değil miyiz? Herkesin birbiri karşısına çıkma sebebi yok mu? Hatta bazen es geçtiğimiz değerler ilahi biçimde tekerrür etmiyorlar mı bu sefer kaçırmayalım diye. Ve bizler yine de görmemize rağmen bu ilahi parlaklığı, korkarak kaçırmıyor muyuz o büyüyü durumun üzerinden? Güne birisinin gülmesine şahit olmakla başlamak gibi pek çok muazzam duygular var öte yandan. Ben bedeni ve ruhani arayışlara gark olmuş takip ederken güneşi, benim eşim, kendinden çok uzakta, söylüyor yıldızlara, bir diğeri gençliğini düşünürken gecede, öteki yalnız, eğiliyor selamlıyor izleyenlerini. Pek çok eşim var benim. Ne garip ki belki de gerçekten varolduklarından dolayı genelde uzakta olur en kıymetliler..



T.

Sayılabilecek kadar az olsun özlemlerimiz.

-Tutku-


Tutkunun yokluğu, tutmanın, tutuşmanın karmaşası, istemsizliğin hakimiyeti. Öz ve özbenliğine yenik düşmek ve yabancılaşmak. Sevmenin ve kendini yok saymanın acı gerçekliği. Tutkusuz yaşanan onlarca, yozlaşmış, yalnız ilişkiler. Alev alev tutmayan tenlerin birleşmesi. Mutsuz yaşamlar, yalnız ölümler.

Tutku; yaşama tutku, insana, eşyaya, sigaraya, çaya, güneşe tutku. Hatıralara ve sıcaklığa bağlılık. Anne kokusuna duyulan aşk. Duygu dolu kollara duyulan hasret. Sarmalanmaya ve hissetmeye duyulan ihtiyaç ve bunca açlığa rağmen varolma arzusu. Yaşanacak daha onca şey var ki..

Ifadesizlik, hayatın insanı şaşırtmayacağına duyulan sözüm ona bilgelik, yine de koyup gidememenin hüznü. Gidemezsin ki, bunca insan, bunca hatıra, bunca aşk, bunca sevgi varken. Kime emanet edip gideceksin bu şarkıları, kokuları, eşyaları, yarım kalmış hikayeleri.. Kimlere haykıracaksın sevgini, gözleri görmez, kulakları duymazsa eğer, havada asılı kalan sevgi sözcüklerinden nasıl af dileyeceksin.

Yokluk, hüzün, yemyeşil ormanlar, bulutlu dağlar. Sabahlara kadar dinlenen şarkılar ve tüm bunlara sahip çıkmanın gönüllü zorunluluğu. Bırakıp gidersen, kim sahip çıkacak, sana bile ait olamamış bu hikayeleri? Tanıdık ten kokuları, tanıdık ter kokuları, benzersiz donuk bakışlar. İfadesizlik.

Sevgi; haykırış, kendine verebileceği yegâne armağan, unutulmuş minnettarlığın ekşi kokusu; gidenlerin ardından çiçek gibi saldığın. Doğumun ve doğurmanın verdiği yaşama arzusu, ruhunun bölünüşü, bedeninin acımasız tepkisi gözyaşı, yaralar, ağrılar. Bir çift elin neleri iyileştirebileceğine dair farkındasızlık.

Bıkkınlık; hep aynı sabaha uyanmanın verdiği sıradanlık, durmadan hatıraları sıcak tutma çabası. Vazgeçememek, hala bir şeylere direnmenin yorgunluğu.

Aşklar, uğruna yitilmiş, geçilmiş hastalıklar. Yaşam dolu sevmek, yaşam dolu sevişmek ama ölüme soyunulmuş yanlış anlaşılmış sevdaların arasında parlamaya çabalamak. Yalnızlık, ana rahminden toprağa kadar süren uzun, inişli çıkışlı yolculuk. Elde edilememiş ganimetler. Hoyratça tüketilmiş bedenlerin, yılmış, inançsız, bilgisiz, kapalı ruhları, kurallara uyumlu, ifadeden uzak, plastikle sarılmış renksiz duygular.. 'Ben' merkezci insanların uşağı olmak ve ben demekten bile korkmak..

T.

1 Haziran 2012 Cuma

- Bir Günlüğüne-


Bir günlüğüne, bir günlüğüne, kır kalıplarını ve dokun ruhuma,


Çırılçıplak, savunmasız, yeniden, ben, doğdum bu dünyaya,
Rüzgar ol, güneş ol, martı ol,
Gözlerimden al ilk nefesini,
Haykır bana zamanın öldüğünü
Ve dünyanın bizi gördüğünü...

Korkma düzene yenik düşmekten, kaybetmekten, değişmekten.
Kalbin senin yolun gözler, kavuşturmuş ellerini, seni diler.
Kaygılarını yerleştir sırt çantana, bir müddet taşı yanında,
Yorulduğunda, yavaşça çöz iplerini, bırak sonsuzluğa

Düşünme, sadece dinle, dalgaların yüreğine vuruşunu,
Kapat gözlerini, ellerini, hayallerin ol.
Burada kaleler yıkılmaz, şarkılar acıtmaz rengarenk tüm çiçekler,
Dokun haydi yıldızlara, sarıl varlığıına sen de gel bu düşler yolculuğuna..

T.

30 Mayıs 2012 Çarşamba

-Tutamadı Zamanı-

Öylece geçti zaman, bakarak çoğunda. İzledi. Her şeyi. Bekledi bir yandan da, neyi beklediğini bilmeden. Geçti zaman. Aktı gitti, kum saati gibi.. süzülerek geçti. Bu süre zarfında hep bir şeyler denedi. Çoğunlukla insanlar için ama bir gün koptu göbek bağı, açıldı sırtında gözenekler, kum rengi. Hisetti, bildiklerinden farklı güçleri. Kafatasında çınlayan sesi dinledi.. Bedeninin bölünüşünü izledi, gözlerini kendi içine çevirip.. Gözlerini dikti, odaklandı ve gözlemledi insanları.

Üzgün, içten içe. Hüzünden eser kalmamıştı belki de ama bunun bilincinde olmaktan ötürü müdür sürekli bir eylemden arınmanın şaşkın boşluğu ve rahatlığı içindeydi. Tuhaf geldi her şey. Affetti. Ağlayarak vazgeçti, tozlar saçtı dünyaya..
Hep aynı sözleri söyledi : 'Tree in the wind, feel sunshine'. Sevgiyle sessizce, derin derin, ferah ferah ağladı. Kimse görmedi. Çiçekler yetiştirdi ebrulî, birer birer isim taktı onlara. Şarkılar mırıldandı, her şeye, her zaman.

Çok sevdi, kendine bile büyük geldi sevgisi bundan dolayı yoruldu fazlasıyla. Bir türlü vazgeçemedi sevmekten, ama öğrendi. Ne de çok savrulmuştu ordan oraya, en çok da kendi yapmıştı bunu. Sevgi için yaratamayacağı fırsat yoktu. Çünkü zaman, sevilene verilecek, en büyük hediyeydi.

Gülüşlerini izledi, insanların, özellikle de sevdiklerinin. Dinledi, düşüncelerini, kısıktı herkesin sesi, çekingenlerdi. Sevgiden lanet olduğuna inansa, elinden gelse, belki dilerdi. Öylesine renkliydi ki duyguları kendi içinde, renklerin anlamını çözerken içten içe, görmelerini isterdi elbette, kendi gördüklerini.

Çörekler pişirdi, tarçın kokan, mis gibi, sıcacık. Çay demledi, harmanlayıp. Beklerken bir yandan, göz gezdirdi evinin içinde, ışık ne kadar da değişik açılarla giriyordu odanın içine..Neredeyse gitmek üzereydi aslında, son anlarıydı aydınlığın, en canlı renkleri gözler önüne serdiği sanatçı saatleriydi güneşin. Birbirinden bağımsız ama bütünün parçası bir sürü eşyayı aydınlatıyor, hatırlatıyordu belki de.. Haylaz tepkiler ustası, muzur görmüştü çoktan, kırmızımsı ışığın altında parlayan raftaki tütünü. Fokurtular yükselirken çaydanlıktan, estetik adımlarla parkeyi okşayarak dolaba yöneldi ve aldı tabakasını. Hızlı hareketlerle geri dönüp tezgaha sardı sigarasını. Derin bir nefes çekti. Akşam çökmeye başlamıştı bile. Işık istemedi, hafif bir müzik açıp, pencerelerini araladı. Büyük mumlarını yaktı. İzledi, camından yansıyan hayatları. Karşı binanın bir penceresinden doğum çığlıkları yükselince, hiç tanımadığı bir insanın, hayatının dönüm noktalarından birine şahitlik etmiş olduğunu fark etti, az önce.. Arka sokakta fahişeler, arayışta, muhtaçlıkta. Sahipsiz. Kimsesiz. Hayal etti o an, tarlada pamuk toplayan kadınları, nasıldı hayatları, mutlular mıydı acaba. Dışarıdan sadece bakınca ne de karmaşıktı bu döngü.. Loş bir odada, kazaklar altında yazan bir çocuk gördü, onu izledi. Film gibi, başını nereye çevirse gördüklerine şaşırıyordu. Son nefesini alan adamın duasını hayal etti. 'Insanlığa değerlerini geri ver tanrım.'

Ne kadar da belirgindi tüm bu hayatlar, tepesindeki karanlığa rağmen.. Kimisi için bir nefes uzaktayken kimisi için sönmüştü çoktan varlığı. Elinde gücü olsa, müdahale edebilmek isterdi talihsiz olaylara, sihirli bir değneği yoktu ama sihirli bir kalbi vardı biliyordu. Yüreğinin sesine uyduğundan, hep izlemek zorunda kalışına içerledi bir an. Tanrıcılık oynamadığı için. Hayatlar akıp gidiyordu önünden, her gün, hem de onlarcası. O ise kaç kere istemişti hayatına son vermeyi ama yaşamıştı ve yaşam oldukça değerliydi. Şükürleri yağdırıyordu aldığı her nefese. Aç, kimsesiz, savunmasız, perişan, insanları izledi. Kızdı kadere çok kızdı. Ama affetti kaderi. Tanrıyı lanetledi, çocukça davrandığı için. Gün ve geceyi affetti, sergiledikleri ve gizledikleri için. Renkleri affetti, yeterince dikkat çekemedikleri için mükemmelliklerine, gösteremedikleri için kendilerini. Zamanı tutamadığı, karşı koyamadığı için hayata, kendini affetti.

Sesleri emdi, renkleri emdi, sevgiyi ve nefreti emdi. Venus'e ağladı, Narkisos'a ağladı ama en çok Hephaistos'a ağladı. Kendine benzediği için, kaderine ağladı, ağladıkça affetti, affettikçe rahatladı. Ve emdi her şeyi, gömdü içine, serbest bıraktı içini.

Bir yarısını güneşe bir yarısını aya fırlattı ve toprağa gömdü kalbini. Bulutlara şarkılar söyledi, bulutlar ağlarken, derin duyguları, bulutların isyanı oldu.. Fırtınalar koptu, denizler dalgalandı, ay ile güneş yan yana durdular.

Topraktan bereket aktı, filizlendi. Tiz sesli çiçekler açtı, rengarenk, dans eden.. Mevsim doğdu, ilkbahar. Rüzgar esti, 'Tree in the wind'. yapraklar birer birer terkettiler dallarını, özgürleşirlerken, selamladılar yeni yaşamları. hiç kırgın değillerdi, kuruyup gidecekleri için. Bilakis mutlulukla ayrıldılar yerlerinden, zamanları gelmişti çoktan. Toprağı öptüler, yavaş yavaş, sevgiyle saygıyla bıraktılar bedenlerini, verdiler ruhlarını toprağa, karıştılar en derinine dek yol aldılar.. Ve insanlık toprağın kalbinden yeniden doğdu.

T.

29 Mayıs 2012 Salı

-Güz Ritueli-








Kalktı, kanatlarını iterek, sakin adımlarla bataklığa yöneldi. Çiçek desenli bir sakısıyı tepeleme çamurla doldurdu. Bahçesindeki eski ahşap sandalyeye oturdu, sırtını güneşe vererek. İçini ısıttı evvela. Ellerini yavaşça saksınin içine batırıp bir avuç çamur aldı. Bulaştırdı ellerine, hissetti tüm hücrelerinde. Ensesinde bir ürperti hissettiğinde rüzgar çoktan yanaşmıştı. Güneş kavururken ortalığı, kanatlarından damlayan yaşlar, kuruyan çamuru ıslattı.

Avuçlarında yoğurmaya, yuvarlamaya başladı. Her hamlesinde biraz daha şekillendi avuç içleri. Saçını kesti,  ardından tırnağını ve etinden ufak bir parça. Gözyaşlarını damlattı üzerine, yumuşattı. Bir tutam kuru yaprak ekledi, bir tutam kadim kelam. Hepsini karıştırdı. Tamamladığında, güneşe bıraktı, kurusun, öz emsin diye kendini.
Rüzgarın kulağına fısıldadı, sessizce : 'Sakin ol.. sakın acele etme..' Rüzgar bir yandan heyecanla titrerken öte yandan sadık, tuttu nöbetini. Evin içinden şarkılar yükselmeye başladı.

'Bir kadın doğdu, gökyüzünden.
Parlak ve ürkek.
Işık demetleriyle dans ederken, ben izledim.
Bulutlar eşlik ederken dansına, dünya susakaldı.
Insanlık böyle bir güzelliğe şahit değildi, ondan önce
ve unutacaklar onu yıprattıktan sonra.'

'Ben izleyeceğim, belki üzülerek. Buruk bir tebessüm dalgalandığında yanaklarımda,
Sen göreceksin.'

Süpürdü ortalığı, ayinler okudu, art arda. Zaman kaybolmuş, akıp gitmişti boşlukta. Penceresinden dışarı baktı. Ne kadar da sade, net ve sessizdi her şey. Yeni bir farkındalığın aydınlığıyla çıktığında kapıdan, rüzgar çoktan yanındaydı.

'Şimdi, sıra sende. hadi.'

Mutlu bir çığlığın ardından geri çekilip hız aldı rüzgar ve var gücüyle indi heykelin üzerine, birkaç saniyede. Yere yığdı tek hamlede, parçaladı. Melek kanatlarını açarak yaklaştı toprağa. Saçlarını sıyırıp yüzünden yanağını okşadı ilk, kadının. Ardından tuttu ellerinden kaldırdı, doğduğu noktadan yükseğe. İçeri götürüp temizledi doğum kirini. Sildi yorgunluğunun izlerini. Giydirirken itinayla, şarkı söyledi ,yeniden..

'Dans edelim bulutlarda. Doğaya sarılalım. Özgür ve tedirgin.
Hoyratça harcamayalım varlığımızı. Kalsın, mirası olsun değerimizin.'

Saçlarını taradı sevgiyle. Islak saçlardan bir tutam kesti sonra ve bir damla kan akıttı ensesinden kadının. Kilden bir kaseye koydu. Üzerine birkaç toz serpti. Yeniden bahçeye yöneldi. Rüzgar evin içinde, doğanın  çevresinde turlarken zarif ve dikkatli, doğan; gözleri kapalı, oturuyordu yatağın üzerinde. Alıştırmaya çalışıyordu, kendini, yeni dünyaya. Aynı zamanda, bahçede gömülüyordu kase, tam da kızın doğduğu yerde. Zamansız hikayede yıllar geçti belki de, bir filiz yeşerdi tam da kasenin durduğu yerde.

Efsane mi bilinmez, derler ki, o günden bugüne, her güz geldiğinde, melekler inermiş bahçeye, topraktan doğanı anmaya. Kendi tohumlarından tekrar ve tekrar doğan bu kadının, yön verdiğine inanırlarmış insanlığa ve aşkı elbette. Soyundan gelenler, törene çevirmiş bu sonsuz doğumu. Kan akıtıp kendi enselerinden, sürmek için dudaklarına sevdiklerinin ve içerlermiş gözyaşlarını, şarap niyetine, sevginin ve birleşmenin şerefine, acının da aşk kadar paylaşıldığına inandıklarından...

T.


18 Mayıs 2012 Cuma

-Thinking-



Düşünsene arıyorsun doğumundan ölümüne neyi aradığını bilmeden. Tanıdığın herkesi, adım adım biriktirdin, deneyimledin, kaydettin hislerini, mutlu günlerinde yanında olan, güzel gülümsemeli nice dostların vardı. Odanda duvarın kenarına sinmiş, dizlerin karnında, geceyi izlerken ağladığın zamanlar daha dün gibi önünde. Bazen yeterince karanlık olmazdı hatırlar mısın, dolabın içine girip otururdun. Yatak odanın balkon kapısının önüne biriktirirdin içtiğin şarap şişelerini. Duvarların sigara dumanı rengi ve hep bir tını olurdu yansıyan üzerlerinden. Ne de çok severdin sen biriktirmeyi.  Öyle ki, yetmezdi dökemezdin içini, etine saplardın acılarını. Geçti mi yaralarının izleri, zaman mı iyileştirdi yoksa sen mi yaladın onları? Az mı ıslattın gözyaşlarınla, elinde avucunda ne varsa. Şimdi o nefesler yok bile içinde, döktün nice yalnızlığını, kustun, kızdın, kırdın kendi içine ya da kendi içinde. Bazıları artık soluk birer anı, bazıları eskiden dosttu yüreğine ya da sen öyle sandın. Hepsinin bir amacı vardı elbette.. Ama sevdin, seni sevenler de oldu. İnsanları ayırmadın, gözlerini, ellerini, gülüşünü, hareketlerini, kadınlığını, erkekliğini, sessizliğini, sözünü kategorize etmedin. Sevdin, çünkü senindi sevgi, istediğin gibi dağıttın.. Özgürce! Hiç cimri değildin bu konuda aferin. Ama yazık sana bilinmedi ki kıymetin..

Ne demekti sevmek keşfedebildin mi örneğin? Kaç kişiyi ölümsüz kılmak için çabaladın, kaçı için savaştın kendinle, yoksa sen hep müsait miydin zaten tüm bunları içine kaydetmeye. Onyıllar sonra hiç bozulmamış bir şekilde, gözlerinden yansıtmaya, karşındakine. Neydi bunca sevme isteğin insanları, çocuk yaşta anlamış mıydın sevginin yüceliğini yoksa öğretildi mi bu sana, kendin mi geliştirdin, yoksa eksiğin miydi belli değil. Karşına neden hep sevgi kanalları farklı insanlar çıktı hiç düşünmedin. Peki anlıyor musun şimdi, yıllar yılı geliştirdiğin o profili nasıl değiştireceğini?

Yalnızlıktan korkardın sen hatırlıyorum, şimdilerde oldukça iyiymiş aranız sevindim. Hep merak ederim, çok zor oldu mu uyumak ilk zamanlarda. Peki ya şimdi, yanında biri varken aynı rahatlıkla uyuyabiliyor musun acaba?

Kimisiyle her şeyi yapabilirdin, kimisiyle her yerde gidebilirdin, kimisiyle herhangi biri olabilirdin, biliyorum.. Peki kimi seçtin? Zor günlerinde genelde yalnızdın. Zamanla vazgeçtin mi insanlar için ağlamaktan? Gözlerinden akıtıp yüreğini temizledin mi mesela, sırf kendin için.. Herhangi biri için herhangi bir şey yapmaktan, kendin için en ufak bir iyilik yapacak algıya ulaştın mı bugünlerde merak ederim. Yerinde mi keyfin, mutlu musun. Olmalısın aslında, hep fazlasıyla hakettin, ama saftın tabi ki sen de. Anlamadın ne kendini ne ötekileri, bilemedin değerini..

T.

8 Mayıs 2012 Salı

-Just Married-



Şimdi dönüp baktığında geriye aslında ne kadar da güzel şeyler biriktirmişsin kendin için.. Anıların, tecrübelerin, acıların var boy boy, renk renk. Gözyaşların, gülümsemelerin, gülerken ağlamaların.. Bebektin, çocuk oldun, ergen oldun, yetişkin oldun, kadın oldun. Şimdi sırada eş olma zamanı. Ruhunu buldun, ne mutlu, tanıdın, ellerinden tuttun, kalbine dokundun, yaşadın, yaşıyorsun, yaşayacaksın. Gözlerine bakarak bir söz vereceksin o gün ona, bundan sonraki hayatınız adına. Tüm neşenin ve içindeki temizliğin sana yansıması bereket olsun Emel, mutluluk olsun, başarı olsun, şifa olsun.. Yeni hayatına geri sayım yaparken, şükredesin olduğun insana, sevdiğin adama. Hayata, sizi bir araya getirdiği için, arkadaşlarına, mutluluğunun gözlerinden yansımasına şahit olabilecekleri için, ailene, sana can verdikleri için.

Dilerim ki, masumiyetinizi her daim koruyabilin, birbirinize sevginizi asla esirgemeyin, içinize sindirin birbirinizin kokusunu, her zaman sevgiyle yaklaşın birbirinize, anlayış temel taşlarından olsun evliliğinizin, yargısız olsun günleriniz. Tartışmalarınız tuz biber yüzünden olsun. Kendinizi birbirinize ne de başkalarına ezdirmeyin. Bireyliğinize saygı duyun.
Dilerim ki, gözlerinizdeki heyecan daim olsun. Yaşlılığınız elele, mutluluğunuz dallı budaklı olsun..

T.

22 Nisan 2012 Pazar

Hüüp Oh!

Bundan tam 6 sene önceydi, ellerin ellerime değdiğinde. Yüzünde kocaman bir gülümseme, genelde başın eğik önünde, sessiz ve heyecanlıydın o gece. El sıkıştığımızda sen güçlüydün, ben çekingen. Ne kadar da hızlıydı her şey, hiç unutmuyorum hala bunca seneye rağmen. Ankara sokaklarına kazımak istemiştim adını, gücüm olsaydı keşke haykırmaya ama sadece minnet duyuyordum hayata sonunda göz göze gelebildiğimiz için. Sırtını yasla isterdim hep bana, hep etrafında olayım. Sekreterin olayım, masözün olayım, şoförün olayım, annen, sevgilin, eşin, arkadaşın. Hayranın olayım.. Aradan geçmiş bunca sene, bambaşka şehirlerde, hala sen varsın içimde.. Hala ilk günkü gibi hissediyorum seni düşününce. Şimdi denizleri serebilirim önüne mesela. Çok fazla şansım var bu sefer, sen yine sessiz, başın önünde. Dayatılmış yarı seçilmiş hayatlarımızı kontrol etmekle öylesine meşgulleşmişiz ki büyüdükçe, bazen bakıyorum çevreme, yabancılaşmışım kendime bile.

Ellerimden nefes alıyorum, ama bu sefer senin avuç içlerine. Nefesimi katıyorum nefesine sonra sana yolluyorum onu, içine çekiyorsun, içinde büyüyorum yavaş yavaş yayılıyorum hissediyorum. Farkında olduğun zaman yine kesişecek yollarımız biliyorum. Acaba bu sefer kaç sene gerekecek seni bana getirmek için. Beklemek değil mi yaşamanın bilmem kaçıncı anlamı. Bekliyorum işte.


Daha nice mutlu günlere..

T.

20 Nisan 2012 Cuma

- Verba Volant, Scripta Manent-

Ellerini, gözlerini, enseni hayal edip nefes alıyorum avuç içlerimden. Bir müddettir yoğun bir şekilde kendimle ve seninle ilgili düşünüyorum. Daha farkındayım, keyfim yerinde. Hani bir türlü tanışamadım ya seninle, denk geldik de çarpışmadık ya, bunca zaman. Konuşamadık tabi, şimdi yaşıyoruz ama, aslında ne kadar değişik. Bir şeyler oluyor aramızda ama bambaşka yerlerde akıyor hayatlar. Bunların da etkileri var muhakkak, bu duyguların hepsinde. Sesini özledim mesela. Sen duruyorsun şimdi, ben de duruyorum. Bilemiyorum, konuşmak ister misin mesela. 
Sana hep açık olacağıma söz verdim, o yüzden duygularımı düşüncelerimi gizlemeden anlatıyorum. Elimize gelenleri yaşıyoruz ikimiz de belki de. Ne mutlu bana ki seni yaşama şansım var. Tarif edilmesi zor bir duygu ama sen anlarsın belki. Seni çok istemek ve sevmenin sonucunda, kendimle muhakememde, seni kaybetmemden korktuğum çıktı. Oysa bilincimin daha önceden seni kaybettiğimi dile getirmesi ve telkini, ayrıca gelme özgürlüğü, gitme özgürlüğü fikirlerine rağmen. Sana dair hayallerimin gerçekleşmemesinden korktum. Sarsılırmışım. Ne mekanizmalar değil mi? Bir yerlerden açığa çıkıyorlar işte. En azından artık biliyorum, bilmek hep daha iyi.'Seni sevdikçe kendimi seviyorum' demiştin ya bir akşam, kendimi sevdikçe, seni daha da seviyorum. 

Bir de; bir gün büyüyüp kabuğumdan çıktığımda, çok güzel bir kelebek olacağım ben. Sen de 'Derin' olacaksın. Sırtıma bindireceğim, tüm bir gün uçacağız ve sen şarkılar söyleyeceksin, doğa içimize dolarken.

Doğduğun güne şükürler olsun.

Yesterday is a history, tomorrow is a mistery but today is a gift..

T.

18 Nisan 2012 Çarşamba

-Fırtına-


Hayat insana taşıyabileceğinden büyük yük vermiyor aslında. Başımıza gelen her olayın iyi bir sebebi olduğuna inanıyorum. Ancak bu iyilikleri geniş çerçeveden bakarsak bazen anlayabiliyoruz. Böylelikle aslında algılama açımızın ne kadar görüş açımızla sınırlı olduğunu da farkedebiliriz. Doğduğumuzdan itibaren dolaysız gerçekleşen tüm olayların bir amacı vardı muhakkak ve bu bir nevi yaşama kararlılık oyunu özünde. Sadece sevmeyi becerebilmeyi gerektirmekte; insanı, objeyi, kavramı farketmiyor. Sevmekten tereddüt ettiğin an, kaybediyorsun.

Sonsuz bir yaşamın parçasıyız hepimiz. Olduğumuz insanın ve bizi çevreleyen dünyanın nimetleri öylesine yüce ve sınırsız ki, keşke istediğimiz kadarını kontrol edecek yeteneklerle gelebilseydik toprağa. Aslında gelmiş de olabiliriz ancak, zamanla, hayatla kaynaştıkça o yeteneklerimizin köreldiği de acı hakikat halini alıyor bu durumda.  Yani düşündüğümüzde, uçsuz bucaksız bir dünyada tek bir bireyiz. Yalnız ama hala hayatta olduğuna göre oldukça güçlü, ne mutlu. Bu süreçte  yanımızda kendimizi daha iyi hissettirecek insanları arıyoruz ve buluyoruz. Her kişiden öylesine önemli bilgiler ediniyoruz ki hayata ve kendimize dair. Bundandır belki de vazgeçmenin zorluğu. Ellerin birleştiği, insanların yan yana yürüdüğü ama parkurların birbirinden farklı olduğu ancak varış noktasının tek olduğu bir dev yolculuk yaşadığımız.

 Bir kere inanmış bulundurdum kendimi, insanların ve benim kesişim noktalarımız olduğunda ve hatta ruhumu tamamladıklarına. Çok özel insanlar ki, varlıklarından ötürü önce şükrediyorum hayata. Puzzledaki eksik parça misali, fizik yaklaştıkça bütünlük artıyor sanki. Aldıkları her nefes nefesimin parçası olmuş, varlığımda açıkları kapatıp, bütünleşmemize vesile olan bu insanların kim bilir kaç tane olduklarını, hangi koşullarda birbirimizi tanıyacağımızı, birbirimize ne derece aşık olacağımızı bilemeden yaşıyor olmamız da sabretme dersinin en önemli kısmı sanırım. Bütünleştikçe, aslında olduğumuz insanla da tanışma şansımız oluyor, ki, bu durum, her zaman yüzümüzde kocaman gülücüklerin açmasına sebep olmayabiliyor. Insanoğlu, belki de sorumluluk duygusunu sevmemesi sebebiyle, kendine ayırması gereken zamanı ve vermesi gereken değeri askıya almaya daha meyilli. Bir başkası için tonlarca yük taşıyabilecekken, kendimiz için bir avuç yükü bile üstlenmeye üşeniyoruz. Vücudumdaki ve ruhumdaki boşlukları, çıplakça sergileyebildiğimde inandığım insanlara, içlerindeki renkli hamurla kendi zevkine göre yamaladılar boşluklarımı, aynaya alınca suretimi, ne kadar canlı ama bir o kadar da özümden uzakta olduğumu anlıyorum. Öz olmanın yolu bütün olmadan geçiyorsa eğer, hayatımıza giren ve çıkan, herkesi koşulsuz sevip affetmek gerekiyor öncelikle. Sonrasında bizi çevreleyen en ufak toz tanesinin bile bizim parçası olduğumuz bütünün başka bir parçası olduğunu kabullenmek gerekiyor. Bu bakış açısıyla bakıldığında biraz deli işi gibi gelebilir. Alışana kadar da öyle zaten. Kişinin kendine harcadığı mesainin anlaşılmazlığının normalliği de bundandır.

Yağmurda yürümek gibi yaşamak, ıslanacağını bile bile devam etmek, kaçmamak, korkmamak üşümekten. Birleşmek doğayla, yeşertmek fikirleri bereketli bedenlerde, toprak misali. Genel olan hiçbir şeyi tutamıyor insan, sadece o anda mevcut olduğumuzdan mıdır bilinmez, somutluğumuzun %70 i soyut gibi, tıpkı vücutlarımızdaki su oranı gibi. Karanlıklarımız geceden zifiri olmamakla beraber, sessizlik, serinlikle karşılıyor bizi, yıldızlar aydınlatırken yolumuzu, melekler üflerken kulaklarımıza.  Bir tek masa lambası bile yetiyor, perdeleri, pencerleri kapatılmış iç dünyamızı aydınlatmaya. İlk başlarda hiçbir şey göremese de, karanlıktan korkanlara büyük müjdem, göz alıştıktan sonra, çok net görüyor insan. Görebildikten sonra her yer aydınlık aslında. Hadi arala göz kapaklarını, ışık girsin zihnine ve kalbine. Bak dışarıda yağan yağmur da bir parçan, kafatasının en derinlerinde yaşadığın. Fırtınada camına çarpan kuş da. Güneşte açan minik mor çiçekler de, sabah öten minik kuşlar da. Fırtınalar sürüklerken tohumlarımızı, gözlerini kapat, gönül gözünü aç ve sadece sarıl varlığına.


Thinking of you and remembering all the things that makes you someone special in my life.


T.



28 Mart 2012 Çarşamba

Back in the Future

İnsan en çok kendinden korkuyormuş meğer. Yani zaten yaşadığımız topraklar, hayatlar, yeterince yetersiz ve olması gerekenden uzakken, meğerse ne kadar kapatılmışım kendi içime. Üstüne üstlük bir de dengeli olduğumu zannediyordum. Ama öyle olmuyormuş meğer. Kendimle her tanışmam benim açımdan çok heyecan verici bir süreç. Zaman zaman sıkıntı ve sessizlikle açığa çıksa da resmen bilmediğin bir dilde yazılmış bir kitabı deşifre etmenin mutluluğu gibi. İleride bu yollarda emin adımlarla yürümeyi öylesine istiyorum ki kendimle ilgili bir durum olduğunda kesin çizgilerle insanların sınırlarını çizip sadece acaba diyorum içerideki salonlarda kimler konuşuyorlar ve önemlisi içimdeki uğultu ne zaman diyaloğa dönüşecek. Kendimi anlayabildiğim sürece insanlara bu konuda yardımcı olabileceğimi bildiğim için de dengem sarsıldığında biraz yabanileşip, tüm bağlarımı koparıyorum dış dünyayla. Aslında çok rahat olduğunu zanneden benim ne korkularım açığa çıktı bu süreçte şoka girdim. Bir psikolog arkadaşımla konuşurken, bilincin dile getirdiği şeyin bilinçaltında bambaşka bir söylemi olabileceğinden bahsetti. O andan sonra oturup elediğim tüm ihtimalleri yeniden masaya yatırmam gerekti ve aslında fikir ve eylem olarak çok rahat olduğum konularda bilinçaltımda bambaşka savunmasız ve korkak benin konuştuğunu farkettim. İnsanın kendisiyle zıt düşmesi gerçekten de zor bir durummuş.
Korkularımı artık daha yakinen takip ediyorum ve onlara dair düşünce şeklimi değiştirmem gerektiği için son 10 gündür neredeyse sadece kendimle ilgileniyorum. Bu ilgilenmenin en az 3 günü 'sadece' durmakla geçti. Diğer kısmı da dinlemekle kendimi, henüz yeniden programlama aşamasına geçemedim ancak en azından içinde bulunduğum  ruh halinin sebebini biliyorum. Daha arınamamış olsam da, bundan sonraki süreçte biraz kendim için bir şeyler yapmayı planlıyorum. Son zamanlarda insanlara o kadar çok zaman ayırmışım ki kendi feryatlarımı duyacak gücüm ve zamanım olmamış meğer. Bu sebeple yeni bir eğitim sürecine girmeye karar verdim. Bu süreçte evrenin bana sunacaklarını can-ı gönülden merak ediyor öte yandan da az biraz sabırsızlanıyorum.

Evimde yeni düzenlemelere gidiyorum içimde olduğu gibi. Yer değişiklikleri, yeni mobilyalar, cicili bicili süslemeler ve çok sevgili ampul prensim Tokacığımın da ameliyat sonrası ortalıkta dolanması vs. Her şey sabit ama daha bir yeni bu sıralar.

Hayal ettiklerimin sıkıntısız ve engelsiz olabileceği en uygun ve kısa zamanda başıma gelmesini artık ümit etmiyorum elbette. Ne de olsa olacaklar, sadece bekliyorum o sebeple..

Haa bu sırada aşk korkulacak bir şey değilmiş meğer, aman eliniz ayağınız birbirine dolanmasın. Aşk, sen ve o oldukça güzel, sen kendini kaybedince onun olmasının anlamı pek olmuyor. Sevgi ve barış önce insanın kendi içinde yerleşmeli ki aşılanabilmeli. Geçmişten bugüne geliştirdiğim aşk korkusu egosunu yıkıp yerine güneşli çimler ve bahar rüzgarı yerleştiriyorum. Oh ellerime sağlık.

T.

21 Mart 2012 Çarşamba

Sevgi - Yüzleşme


Bazen kendimi acımasızca sıkıştırıyorum kenara.. Sürekli olarak insanları dinlemek, onlara zaman ayırmak ve hatta düzenli olarak insanlara yetişmeye çalışmanın sonunda arada bir olduğu gibi gene kapanma isteği içerisinde buldum bedenimi. Ancak bu sefer gerçekten de tek kelam konuşasım yok. Kendi kendime kısa cümleler kurup sonra gerçekliklerini hesaplamaya çalışıyorum verdiğim duygusal tepkilerle. Son birkaç gündür biricik annemin bana çocukken kurduğu bir cümle kulaklarımda çınlıyor. ' Sen çok sevgi dolusun Müge' derdi hep. Bugünlerde bunun iyi mi kötü mü olduğunu anlamaya çalışıyorum. Annemin acaba tam olarak kastettiği neydi?

- Çok sevgi dolusun bu yüzden mantıklı değilsin?
- Sevgini yönetmeyi bilmiyorsun;?
- Sevgi için çekmeyeceğin acı yok?
- O kadar sevgi dolusun ki bana bile fazla geliyor?
- Bunca sevgiye nasıl dayanabiliyorsun, çok zor olmalı?

ya da başka çıkarımlar.

Sevgi dolu olduğumu biliyorum hatta bu durumun sert duruşumla büyük bir tezat oluşturması da çok ironik geliyor ancak bu sevginin seviyesi neden artık beni biraz yormaya başladı onu anlamaya çalışıyorum. İnsan kendi sevgisinin altında ezilir mi yahu? İnsanlara beslediğim sevgiyi artık daha fazla yaşatmak istememem bundan mı peki? Ailemi tenzih edersek, en çok sevdiğim insanların bile yüzlerini görmek istememem, seslerini duymak istememem neden? Sanırım şu sıralar o çok kıymetli sevgiyi sadece kendi içimde tartmam ve hatta sadece kendime akıtmam gerekiyor. Ve kendimden vazgeçemeyeceğime göre belki bazı sevgilerden vazgeçmem mi lazım acaba? Bir sürü sorular içindeyim. Sağlıksız kararlar vermemek için iletişimsizliğe sığındım. Arka planda çok sevgili bilincim zamanı gelince en doğru şekilde durumları değerlendirip, uygun bir çıkış yolu bulacaktır bu duygusal kaostan. Sevgili Egom 'Güneş' bu sefer biraz kırıcı söylemlerde bulunduğu için de 'unreachable' statüsünde sadece asılı kalıyorum havada.

Öte yandan da bu da bir mekanizma, zaman zaman kapanıyorum ki sonunda güzel güzel çiçekler açıyorum. Ama işte en kötüsü beklemek sanırım. Ne olacağını ne zaman ne şekilde olacağını bilmeden sadece beklemek.   Anlatmak rahatlatır ya normalde, bu sefer rahatlatmıyor.

Ben korkularımla yüzleşmeye gidiyorum, meydan size emanet..

T.

5 Şubat 2012 Pazar

-Live the sunshine-



2 sene oldu kendi düzenimi kurup geliştirmeye başlayalı. Günbegün anlıyorum evet adımın büyüğü olmaz. Mutluluk öylesine yayılmış ki içime, gün içindeki o sıradan stresin yanısıra aslında bakarsan pek de derdim tasam yok hayatta. Durum insanı olmamdan müteveellit midir bilemiyorum ama genelde keyfim yerinde ya da modum normal benim. 
Ama bunların hepsi öyle geceden gündüze gelişmedi elbette. Gerçekten hayal etmem ve inanmam gerekti aydınlığın bir adım ötemde başlayacağına. Ve öyle kolay değil adım atmak aslında kalıplaşmış düşünceler için. En yüksek dağın tepesindeki bayrak gibi ulaşılmaz gelebiliyor insana. Görüyorsun oysa ki bir kere adım atabildiğin zaman devamı tabi ki daha kolay oluyor en azından yorulduğunu deneyimleyebiliyorsun. İşte tam da bundan dolayı en önemli olan o ayağı kaldırmakmış meğer zira aslında hepimizin sorunlarından biri olan üşengeçlik veya genelde yorgun olma durumu veya bizi ele geçiren korkularımız tüm bu yapmak istediklerimizi yapmamıza en büyük engel. Bir hadi'ye bakıyor sadece bir yola girmenin başlangıcı.  Bir kapı açıyorsun önünde yepyeni, çerçevesindeki görüntü taze, insanları, olayları sıradan olmayan ve koyuluyorsun yola bu macerada. Kalıplarından çıkamayan, hayata karşı koyamayan, çıplak kalamayan insanları yavaş yavaş yakıyorum lavabomda. Rengarenk değişik lezzetlerde şekerler gibi biriktiriyorum sevdiklerimi, hayran olduklarımı ancak en nihayetinde hepimiz insanız büyütmüyorum içimde, olmuyorsa, olduramıyorsam zorlamıyorum.


Hayatın yoğun temposu, artık motivasyonun kişi tarafından sağlanmasını gerektiriyor (bir nevi şarjlı hayvanlara döndük 21. yüzyıl ile beraber. Ya güneş enerjisi ile şarj olacaksın ya da kendini yererek yahut överek ya da fikirleri geçiştirerek sonuç olarak hep kendi kendine gerçekleştirmen gereken bir dolum eylemi sözkonusu.) ve artan fiziksel yorgunluk sebebiyle hafta sonlarından medet umar oluyoruz ya da tatil hayalleri kurarken buluyoruz kendimizi, kıpır kıpır duygular eşliğinde. Dönüp baktığımda nice hafta sonu dinlenememişim bu inancıma rağmen. Üzülüyorum sonuçta hepsi o duyguya yaklaşmak için girişimlerimdi. Yaşayabildiğim anlar eşsiz kıymetli. İnsan istiyor ki ruhu beslensin, fikri dinginleşsin, bir deniz yüzü görsün, olmadı sevdiği insanla- insanlarla vakit geçirsin veya güzel çekici bir etkinliğe katılsın en nihayetinde kendine ayırabildiği yegane zaman haftasonu bari evde pineklemeyeyim de değişik olsun bir şey yapmış olayım diyorsun istemsiz. Ama işte yollar boyu gidersin bedenin dinlenmez, evde kalırsın ruhun dinlenmez, etkinlik manyağı olursun beynin dinlenmez. Demek ki dinlenmek de bir yaştan sonra öyle çok olası bir durum olma özelliğini kaybediyor. Sonrasında düşünüyorsun o zaman neden debeleniyorum, ne için? Cevap çok basit, her şey ve herkesten önce elbette kendin için. Kendi iyiliğin, kendi dengen için attığın tüm adımlar. Hırslarını ve gelecek planlarını zaman zaman ralentiye alması gerek insanın kendi iç dengesini muhafaza edebilmesi uğruna. Ve hayallerinin bir kısmının istediğin gibi gelişmemesi engel değil daha da güzel ve yeni hayaller kurmana.. 

Kışın öylesine uğradığı bir şehir burası ve ardından kocaman güneş açtıran, rüzgarı çapkın, yanağından öpücük alıp dolanır başka kadınların boynuna.. İnsanların dingin, hayvanların keyifli, denizin mavi olduğu bir şehir burası.  Oysa istemez mi insan sevdiği her şey yamacında oluversin. Ohh mis anne baba, sevgili, dost kardeş, komşunun köpeği vs sevdiği her şey çevresinde olsa kişinin, o zaman motivasyonun alası mı olur? Cevap : olmayabilir ama düşünmesi bile güzel. Sonuçta motivasyonun bireyselliği ve diğer insanların düşüncelerinin senin sorunun olmaması hakikati bir araya gelince en azından yaptığın her şeyi kaygısız yapabiliyorsun. eh bu da bir motivasyon şekli ne güzel ki. 

Biriktirdiklerin de tükeniyor ne yazık ki insanlara dair. Gerçi insan beyninin bir kere kaydettiği görüntüyü ve/veya duyguyu sonsuza kadar yaşatabilme özelliği var. Peki bunun için neden ekstra mesai harcasın. Eğer böyle bir özellik var ise anıları yaşadığın mekanlara, insanlara, lezzetlere, olaylara ve müziklere neden ihtiyaç duyasın? Eğer insan barındırıp yaşatabiliyorsa duyguyu o zaman ötekilere ne gerek var. Ötekiler de bunu başarsın tamamen robotlaşalım oldu olacak.. İşte böyle kolay değil yaşamak, insanoğlu bir iletişim ağının parçası. Uyandığında sevdiği birini görmek için evlenir çoğu; acısını, coşkusunu, özlemini paylaşmak için ziyaret eder; eğlenmek ve bütünleşmek için toplaşır vs. Bunların hepsini kendiyle yapmak yerine başkalarına da pay vermesi halinde, ki yaşamın gerektirdiklerinden birisi de budur muhtemelen, öyle ya da böyle bir yeri dinlenirken bir başka yeri yorulmaya mahkumdur. Eğer ki tüm sevdiklerini yamacına toplayamıyorsan, sıcak tutmak için güzel anlarını yorulacaksın. Yorulmadığın yerde soğuyor anıların. Silikleşiyor eski tozlu fotoğraflar gibi. O zaman da robotik beynini devreye sokup korumaya alıyorsun soluk resmi hali hazırdaki dijital anı albümünde..

Hiç bitmesin, o keyifli anlar tükenmesin istiyorsun. Ama o çok sevdiğin güneş bile batıyor, hem de her gün.

Güneşsiz olmasın sabahlarımız..

T.