31 Aralık 2011 Cumartesi

-Hep Bir Niv Yır!

Bugün senenin son günü, son cumartesisi aynı zamanda. Soğuk ve yağmurlu bir İstanbul akşamında, Christmas şarkıları eşliğinde çayımı yudumlayıp hoş sohbetlere dahil olurken biraz anlatmak istedim. 2012 senesinin, her ne kadar çift sayı olmasından dolayı biraz garipsesem de, oldukça tatmin edici bir şekilde ilerleyeceğine ancak aynı zamanda heyecandan öte derin bir huzur barındıracağına dair bir hissiyatım var. Böyle filmlerde kocaman bir bahçe ya da geniş arazilerin içindeki ahşap evler olur ya; camı açtığında gökyüzü açık mavi, minik tombul beyaz bulutlar, karşında yeşil ağaçlar, gölgelerinde gizlenen başka yerkeşkeler, daha yakında sarı sarı başaklar daha da yakında kahverengi bir toprak, çitler, hayvanlar, güzel kokular, sımsıcak turuncu sarı bir güneş.. Tam olarak sabah uyanıp panjuru açmak üzere hareketlenmiş ve hatta çok hafif aralamış da güneşin süzülerek hem karşımdan hem de panjurun aralarından yatay olarak bedenimi sarması gibi hissettiriyor yarından sonraki hayatım.Geçtiğimiz sene gerçekleşmesini istediğim tüm güzellikler ve atmak istediğim adımların çoğunu deneyimlemiş olmaktan dolayı 'aferin bana evet' diye saçımı okşuyorum, yanağımdan makas alıyorum. Demek ki istedikleri oluyormuş insanın bir kere daha öğrenmiş olduk. eh koskoca 365 gün 1 level desek, bu sene yeni bir tünele girecek olmak çok heyecanlı oluyor bu durumda. Öncelikle geçen sene yeltenemediğim hayallerimi kısa zamanda tamamlayıp üzerine de biraz biraz renkler, yapraklar, damlalar, sihirli tozlar serpiştirip harmanlamayı planlıyorum. Başıma gelen en can sıkıcı olaya dahi inanılmaz bir şükran duyuyorum bu sebeple.

İşin aslı aslında insanları oldukları gibi sevebilmeyi başarmakta. Kişilere karşı geliştirdiğimiz, yıllarca, yaşadıkça, doğal olarak biriktirdiğimiz, yargıları mimimuma indirgeyip insanları sadece oldukları sevmeye devam edebildiğinde insan daha mutlu oluyor. Anladıkça besleniyor güzel duygular ve köreliyor insanlığın laneti. O zaman işte, mimikler, bakışlar, hareketler, tonlamalar, sözcükler gerçekten değerli oluyor. Bir insana sarılmanın samimiyeti ya da sadece bir gülümseme bile havai fişekleri patlatıyor damarlarında, genişliyor, nefes alıyorsun sonsuz bir plajda, dalgaları köpürten rüzgar öpüp geçiyor yanaklarından.

2011 senesi pek çoğumuz için bir farkındalık senesi olarak geçti sanırım. Yeni insanlar tanındı, yeni olaylar yaşandı, pek çok hayalin gerçekleştiği bir seneydi 2011. Zor günler ardıldı, güç ve direnç ve inanç gerektirdi zaman zaman. Yüksek motivasyonların sabitlendiği bir seneydi aynı zamanda. Anlayışa adım atma senesiydi hem 1. hem 3. tekiller için. eh böylesine duru, normal bir senenin arından elbette daha da iyi bir senenin gelmesi beklenebilirdi ancak

Medeniyetin gelişimle doğru orantılı artması gerekirken azaldığı günümüzde, dilerim

18 Aralık 2011 Pazar

-Hadi ordan filozofmuş-

Her insanın pişmanlıkları vardır muhakkak, kimse mükemmel değil ne de olsa, gerçi daha önce de dile getirdiğim gibi ben gayet sıradan bir mükemmelliğe sahip olduğum kanısındayım :) Her neyse, aileme sığındığımdan mıdır bilinmez aklımda sorular, gözümde görüntüler, içimde sıkıntılar olmamasına rağmen inanılmaz bir duygusallık yaşamaktayım. Ancak fikirler dökülmeye başladığı için birazdan ardı arkası kesilmeyen anlamsız sorulara boğulacağımdan da öngörülü haberdarım. Yani neredeyse bulaşık yıkarken dahi gözlerimin dolması ve bu durum biraz hoşuma gitmiş olması, böğürerek içimde öylesine biriken tozları atamadığımdan mıdır, yoksa sadece babaocağı, ana kucağının verdiği bir geçmişe dönüklük ve idrak zorunluluğundan mıdır bilinmez ağlayasım var.. Ne kadar zor bir çocuk olduğumu bir akşam boyunca dinlemekle kalmayıp bir de üstüne övüne övüne detaylandırdım, anılar uçuşurken havada, zira olduğum kişiden hiçbir şikayetim yok çok şükür dinimiz amin. İnsan karakterini seçemiyor, bedenin, dilini, rengini, özelliklerini, yeteneklerini. Bilgisayar değiliz ki parça parça toplatıp hayalimizdeki en ideal performansa ve şekle yakın olanı parası neyse veririz diyip elde edelim. Öte yandan her insan kadar benim için de çok zor 'ben' olmak. İçindeki güzellikleri anlatamamak mesela, dillendirememek ne çeşitli duygulara gebe olduğunu, tarif edememek gördüğün canlı renkleri, dokunduğunda hissettiklerini.. Ne zaman sığınsam annemin kokusuna, orada bir müddet asılı kalmak istiyorum. Oysa ki ben değil miydim uzaklara giden, uzaklarda yaşamak için debelenen. Biz uzak olduğumuzda birbirimize kızmıyoruz ve daha iyi anlıyoruz diyen. Peki bu nasıl ikilem. Bir yanım bir an önce bu zayıf görünen duygusallıktan kopup gitmek isterken diğer yanım onların yanında durmak, sadece durmak istiyor. Kıymetini bilemediğim yılların ızdırabı değil elbette ama içerlemesini yaşıyorum sanırım içten içe ve her görüşmemizde karşılıklı yaşlanmış veya yıllanmış olmamızdan kaynaklı tedirgin oluyorum belki de. Hani birini sever de bağlanmaktan korkarsın ya ..

Hiçbir zaman yaşımın gerektirdiği gibi davranamadım zira bana bununla ilgili bir bilgi hiç verilmedi. Hangi yaşta nasıl davranılması gerektiğine dair bir el kitabı, bir tv programı, bir anlatı, dinleti falan. Ergen yaşta büyüdüm kendi içimde, indim çıktım, yetişkin yaşta çocuklaştım, masumlaştım, bir yandan yaşlandım öte yandan rönesans yaşadım. Anne ve babama günbegün duyduğum sevgi, şefkat ve hayranlığın artması onlara bakış açımı isimlendirememeye itiyor beni artık. Onların parçası olmamdan kaynaklı rahatlığım bir yana, keşke ben onları kucağıma alabilsem de saçlarını okşasam, ben onlara baksam, onlar için koşuştursam, onların büyüyüşünü görsem, onları olası tehlikelerden korusam, onlar için yaşasam ama o kadar güçlü müyüm ayrıca bu gerekli mi, beni daha da mutlu edecek olan büyülü dokunuş bu mu peki ya mümkün mü? Herkes kendinden sorumlu değil miydi bu hayatta, öyle anlaşmamış mıydık? Peki ya ödenemeyen haklar ne olacak, her çocuk bunun altında eziliyor mu bir yandan da minnet duyarken? Sen benim en kıymetlimsin demek yetiyor mu ya da..

Sıradan mı hayat gerçekten ya da hırs noksanı olduğu için mi insan savrulur öylece. Geleceğe dair en büyük hayalimin bir karavan, yaşamama yetecek kadar birikim, inekler, çiçekler, müzikler, çıplak yaşamlar, muhtaçlara yardım etmek olması saçma değil mi? Peki sürekli koşturanlar gerçekten de memnunlar mı yaşadıklarından. Beklentisiz olmak ve en uzak olası hayali 30 gün ile sınırlı olmak kötü bir planlama mı? 'İnsanın bir ideali olmalı' derdi annem beraber yaşadığımız yıllarda. Yok işte idealim zira çok da dünyevî, maddî bir şey değil benim beslendiğim, istediğim. Huzura erişmek ve daim kılmak için bir ömür debelenmeyi de çok üzücü bulmamla beraber, aradığım huzurun kaynağına sahipken zamanı durdurmak gibi bir şansım olmadığından mıdır bu yarışa devam etme zorunluluğum. İnsanlara ne olmak istiyorsun diye sorduklarında, en çok kendim olmak istiyorum diye cevap veren kaç kişi var ve bu insanların hayat algısı gerçekten kıt mı yoksa ilahi mi anlayamıyorum. Yani bu biraz da öleceğini bile bile yaşamak gibi bir şey heralde bir nevi kısır döngü. Yaşadığım hayata duyduğum memnuniyet bir yana, öte yandan da çok saçma sapan bir dünyanın parçası olmaktan ötürü biraz anlamsızım açıkcası.

- Nasılsın?
- Normal.

Bu kadar yani. Diyalektiğin bir parçası gibi. Kendinden, hayatından, ailesinden, durumundan çok memnun ama anlamsız. Öylesine..

Büyük şehrin temposundan uzaklaşınca mı başladım acaba dinginliği sorgulamaya.. Stres bağımlısıyız hepimiz su götürmez bir gerçek bu ne kadar acaip bir yandan da. Mutluluğun anahtarı ellerinde. Hadi aç kapılarını, zorla hayallerini, inan güzelliklere ve sevgiye diyeceğim ama geriye kalan soru işaretlerinin de 'Koy götüne gitsin' demeden edemeyeceğim. Böylece soruları yağdırıp yağdırıp sonra cevaplarını bilincim benim için halleder ne de olsa diyerek sallıyorum arka plana. Dişliler tıkırında çalışırken içten içe, eh bir çay bir sigara lazım bunca yazmaktan sıkılmış ellerime..

E hadi eyvallah

Anne bak bak, sonunda modern mini filozof oldum. Aferin bana..

25 Kasım 2011 Cuma

In the arms of an angel- Öğretmenlere..

İlk nefesimizden son nefesimize dek öğreniyoruz hayatta. Kimimiz meraklıyken ve hatta aç iken yeni bilgilere, kimimiz sadece kendisine verilenle yetinirken, kimimiz hiiiç te oralı değil aslında kendisine öğretilene, anlatılana. Aslında ne kadar yüce verilen bilgilerin büyük çoğunluğu, diğer kısmı ise akıl süzgecimizden geçmeli elbette kabul edilmeden önce. Ama yıllarını yılmadan, bizleri yetiştirmeye veren öğretmenlerin, her ne kadar bu onların görevi dahi olsa, her yerde olduğu gibi işini en doğru şekilde yapmaya çalışanların bir kısmına denk geldiysek en azından, haklarını nasıl öderiz ya da onlara duyduğumuz minneti ve evrenin bu insanları karşımıza çıkarmış olduğu mutlu gerçeğini nasıl unutabiliriz?
Her biriniz kadar çeşitli öğretmenlerim olmuştur benim de. Bazıları genç bazıları yaşlı renk renk insanlar geçti hayatımdan. Sınıftaki en zayıf ve yazı yazma sıkıntısı yaşayan öğrencinin kendisinden istediği destek adına ders programını değiştirip her hafta kompozisyon yazdıranından, sınıfa girdiğinde 'hepiniz vahşisiniz' diye bağıranına, derste masanın üzerine çıkıp ufkunuzu genişletin farklı açıdan bakın diyeninden, 2 haftada 1 cuma günleri olan dersinde herkesi başını sıraya koyup uyumaya davet eden ve bu sırada bize kitap okuyanından, derste sırana oturup ellerini ovduranından, öğrencilerini görünce korkusundan yolunu değiştirene, kendi kendine konuşurken arkasındaki dolaba çarpıp özür dileyenine kadar pek çok ve gerçekten çok renkli eğitmenlerle tanıştım. Bunların bir kısmı yabancıydı ve aslında dikkatli okunduğunda yukarıdaki örneklemelerden hangilerinin yabancı olduğu çok kolay şekilde ayırt edilebilir.

İşinde iyi olması ne âlâ ancak bir de üzerine insanlığı ön planda, durumdan anlayan öğretmenlere denk geldiyseniz gerçekten torpillilerdensinizdir. 

Ayrıca, sizi dünyaya getiren o değerli varlık öğretmense eğer evde neler yaşanır? Aslında annenizin öğretmen olması hem hayırlı hem de zor bir durumdur. Zira o eğitmen kanı elbette kendi çocuğu söz konusu olduğunda renk değiştirir. Bir öğretmen çocuğu olmak değişik bir deneyimdir. Yetişkinliğinize kadar okuldaki öğretmenlerden kurtulup evinize sığındığınızda sizin tam ters açınızda bir gün geçirmiş ve öğretmen olan bir anne ile karşılaşırsınız. Ne mutlu ki öyle gerçekten de.

Bir öğretmen çocuğu olmak demek bir yandan annenizin öğrencilerinin her yasağı delmesine şahit olmak öte yandan o çocukların en çok hangi yanının annenin kalbinde yer ettiğini bilmek ve buna minik kalbinle içerlemektir. Bir öğretmen çocuğu olmak demek içindeki tüm serseriliğe rağmen doğru durmaya çalışmak ancak kendinden vazgeçmemek demektir. Fikirlerini korkmadan dile getirebilmek, haddini aşan öğretmenin dahi olsa cevabını nazikçe vermek demektir. Bir öğretmen çocuğu olmak demek, her şeyi annenden öğrenmek demektir. Annemin çocuğu olmak demek koskoca salonun ortasında devasa bir dekor kumaşı üzerinde resim yapan bir İngilizce öğretmeninin tiyatro tutkusu demektir. Anne karnında klasik müzikle tanışmak ve kendini bulana dek de onun öğretileri ve gösterdiklerini izlemek demektir..

Baş öğretmenin sadıklarından bir annenin çocuğu olmak demek ileri fikirli olmak, septik olmak, farklılıkları görmek, kaliteli olandan anlamak ve bunları farkettiğinde tüm varlığınla şükretmek demektir.

Öğretmenler gününüz ve her gününüz kutlu olsun.

T.

18 Kasım 2011 Cuma

En mutlu teşekkürler HERKESE gelsin

Millet, gençler, kendini genç hissedenler!

Hep sordum kendime neden bu kadar ürküyorum bugünden diye. Ve sonunda yine kendimi karşıma alıp anlamaya çalıştım. Vardı elbet bir nedeni, çok geçmişten kalan. Defalarca gözümün önüne getirdim o günü, içimde uyanan hıçkırığı havaya döktüm.. Bu sene, geçen senelere nazaran daha iyimser olmaya çabaladım bugüne dair. Çünkü mutluyum, aslında uzun zamandır, doğduğum için. Sıkıntı doğmakla ilgili değildi zaten hiçbir zaman. Bu süreçte hiç gerilmemiş olmam sevgili egomun beni karanlıkta kıstırmasını engelledi elbette. Ne mutlu bana ki sevdiğim ve seven insanlar var çevremde. İzah edince durumu anlayan, anlamaya çalışan, saygı duyan ama sevgisini esirgemeyen. Bu seneki parabirthday kafasını yaşamamam için çabalayan ve bunca rahatlamama vesile olan herkese sonsuz teşekkür ederim. Dostlarım, yakınlarım, sevdiklerim, arkadaşlarım, rastlaştıklarım, özlediklerim, uzaklarım, her birinizi var olduğunuz için, öncelikle, sevgiyle öpüyorum teker teker. Mutlu yıllar hepimize.. Sevgimiz daim olsun. Güzel annem, annem demişken henüz ona hediye alamadım ancak aklımda bunu elbet hayata geçireceğim, iyi ki doğurmuş beni ve iyi ki kalplerinizde yer edebilmişim. En mutlu teşekkürler hepinize gelsin.

Belli mi olur, önümüzdeki senelerde belki, parti bile yaparız :)

T.

9 Kasım 2011 Çarşamba

Happy Eid -

Bayramın çilesi ayrı, ancak gelenekleri her ne kadar zamane gençleri olan bizlere artık yer yer daraltıcı gelse de öte yandan modernleşen dünyadan kopup kısa zamanlı olarak ailemize dönmemize sebep olduğu için bence ayrı bir güzel. Hele ki koskoca kurban bayramında sağda solda koşan 1 hayvan, 1 damla kan görmediyseniz, kavurma veya baklava yemek zorunda kalmadıysanız ve en sevdiğiniz sade yemek ile karşılandıysanız, insanın daha ne isterim diyesi geliyor. Bayramda küsler barışır derler, ne gerek var aslında değil mi:) Barışıklar küsmesin yeter önümüze bakalım.

Farklı mekanlarda farklı zamanlarda hep aynı kokuyu duyuyorum. Keşke resmetme ya da betimleme şansım olsaydı ama sanırım aşk gibi bir şey o kokuyu duymak. Saflığın, masumiyetin, yeteneğin, kıymet bilirliğin, samimiyetin, en derin hissiyatı gibi..

Yıllardır uzak kaldığımdan dolayı unutmuşum toprağımın ne denli soğuk olabileceğini. Çok üşüdüm ama öyle güzeldi ki. Saatlerce yürüdüm İstanbul'da bile 1 günde o kadar yürümemiştim. Doğup büyüdüğüm eve baktım gidip. Oturdum karşısındaki apartmanın babalarına. Derin derin soludum sigaramı. Ben orda büyüdüm dedim içimden, acaba kapıyı çalsam ve bunu söylesem ne düşünürler.. Çekindim, başımı önüme eğdim, vazgeçtim. Gözümün önüne getirdim içini, sonra merak etmedim değil tabi. Kimdir nedir içinde yaşayanlar, neler değişmiştir acaba diye. Balkonumuzun seviyesine yükselen bir çam ağacı vardı. Yaşlanmış. Zayıflamış.. Buruk bir gülümsedim eğri dudaklarımla. Sağa sola baka baka taradım sokaklarımı. Güzeldi. Özlemişim. Anıların içinde sıkıştırılmış hissetsem de kısa sürdü. Biraz sıcak bir ortam, sıcak bir içecek ve sonrasında kurduğum hayaller hemen aldı o ruh halinden yükü fazlaca, ağrımış bedenimi.

Fikirlerini kokladım, kalbini öptüm şakaklarından.. İçine kadar işlettim derimin. Çok büyükmüşüm meğer, astarına yetmedi ama olsun dedim. Bu bile ısıtır beni.. Soğuk bayram akşamında bıraktım yine deliliğimi ve çocukluğumu, masumiyetimin tuttum elinden getirdim yanımda parlasın diye.

If you want i can call you as deep and you can call me as sunshine.

T.

26 Ekim 2011 Çarşamba

- Somewhere -

Ne  kadar da hüzünlü aslında hayatın ta kendisi.. Çocukluğumuzdan yaşlanmamıza dek hep bir şeyleri öğrenmek, başarmak ve hatta yarışmak için zamanla didindik durduk. Öğrendiklerimiz ya da bize zorla öğretilen pek çok bilgiden, ileriki yıllarda kullanmama olasılığına ya da sırf kalpten ezberletilmiş olmalarından kaynaklı hiç faydalanmadık. Hem gerek görmedik, hem de zaten hiç sevmemiştik. Pırıl pırıl zihinlerimize, sağdan soldan toplama ve ego kokan bir sisteme dair aşırı yüklü ve hissiz bilgiler yerleştirildi. Kendine özgü dahi olmayan bu sistemin piyonu olmuştuk pek çok insan gibi. Karşı çıkışlarımız ve boyun eğişlerimiz oldu her zaman ve olmaya devam da edecek muhakkak. Oysa ki bunca bilginin içinde boğulurken gencecik bedenlerimiz içten içe tüketilmeye çalışıldı nüvemiz. İnsanlığımız. Dünyanın her yerinde, her gün onbinlerce canlı acı içinde. Ancak biz insan hayvanı o denli yoketmeye odaklanmışız ki. Görememekteyiz kendimizi, kökenlerimizi, varlığımızdaki engin anlamı. Hangi canlı zırf zevk için yokeder ki insan dışında. Ve üstüne övünebilir bu aşağılıklığıyla. Ama biz her birimiz, o kadar betonlaşmış, teknolojik, insanlıktan uzak canavarlara dönüşüyoruz ki çağdan çağa, bir yandan iç çekip geçiştiriyorum, orta yaşlı ruhum en azından en kötü günlerine şahit olmayacak bu dünyanın, öte yandan düzeni değiştirmeye gücüm yetmediğinden içerliyorum.

Çaresizliğin her canlı için yarattığı hissiyat muhtemelen aynıdır. Yıllar önce 17 ağustos depreminden 72 saat sonra sağ çıkan birini tanıdım. Meğer benzermiş kanımız. Gözlerindeki kaybetmişliğin acısı ile yaşıyor olmanın ve kurtarılmış olmanın verdiği minnet duygusu içiçe geçmişti. Hanesinden tek sağ çıkan bu kadına kim hayatın mükemmel ve umut dolu olduğunu anlatmaya cüret edebilirdi ki.. Zaman işte en acımasız ilaç, hem iyileştirir, hem muhafaza eder duyguları senin için.

Bizler aldığımız milyonlarca nefesin kaçının farkındayızdır ya da sırf yaşıyor olduğumuz için bile kaçımız minnet duyuyordur evrene? Hayatın kısmi olarak satın alınabildiği bir devirde halen yaşıyor olmak ne muazzam bir nimettir oysa ki. Dağ gibi adamlar mi devrilmedi narin gözlerimizin önünde.
Üzerinde yaşadığımız değil ama içine ettiğimiz dünyanın ve yaşamın az biraz bilincinde olabilse insanoğlu, biraz daha sevgi dolu olabilse, her kötülük azalır. Savaşlar da tabii. Ocaklara düşen ateşler de. Hepimiz, acımasızca parçaladığımız bu toprakların altını ziyaret edeceğiz elbette ve tabi ki istemsiz. Sırf bunca sene bize yaşam sağladığı için bile dünyayı bir nebze sevmeyi başarsak işte o zaman bahsi geçen azar azar sevgiler adem evladını mutlu ve bereketli bir geleceğe taşıyacaktır. 1000 adımdan 100 tanesinin hakkını verebilsek, ve sırf kendimiz için bile bunu denesek, yaşanılası bir yer olurdu yeryüzü.

Sefalet içinde çaresizce bekleyen insanımıza güç, sabır ve sağlık diliyorum.

Acıların azaldığı, refah ve mutluluk düzeyinin arttığı, toplumların barıştığı ve insanların seviştiği bir dünyanın hayaliyle...

T.

12 Ekim 2011 Çarşamba

-Ne mutlu-

Her insanın farklı yaklaşımları oluyor olaylara. Ayrıca ne mutlu ki öyle. Herkesin aynı düşündüğü bir dünyayı hayal hadi etmek istemezdim. Yakın geçmişte muhakkak ki nedenleri olan ancak halen idrakına tam olarak varamamış olmamla beraber anlamaya çalıştığım bir özel gün hakkında düşünüyorum. Doğum günü. Insanın sevdikleri tarafından genellikle kutlanan bu güzel güne anlam yüklemediği ve hatta sevmediği de olabiliyor. Ama olaylara farklı yaklaşmaya çalışınca en azından çevremizdekilerin tepkilerindeki abartıyı anlayabiliyoruz. Bu çoşkunun sebebi elbette ki mükemmel bir insan olmamızdan kaynaklanmaz. Kaldı ki ben gayet mükemmel olduğum kanısındayım :) Şaka bir yana,  herkesin kusurları var ve ne mutlu ki hepimiz bu durumdan haberdarız . Ben arkadaşlar ve çevre çerçevesinden öte anne çerçevesinden konuyu ele almak istiyorum. Ve bu sene kendi doğum günümde anneme hediye almayı planlıyorum. Zira annelik elbette yaşanmadan asla anlaşılamayacak bir bağ ve duygu. İçinde uzun süre boyunca bir varlıkla yaşıyorsun. Nefes aldıkça sen o da seninle kalp atıyor. Beslendiğinde, uyuduğunda, güldüğünde, ağladığında hep seninle ve senin etkinde. Attığın her adımı onu düşünerek atmak gibi bir zorunluluğun var. Zamanı gelip de içinden çıkıp da kollarında kavuşmanıza kadar birbirinizi hiç bilmiyorsunuz. Ve hatta biz çocuklar çok çok daha sonra onu/ onları tanıyabiliyoruz ki, onyıllar bile alabiliyor. Ama anne, seni içinde ve dışında büyütmekle kalmıyor, seninle var olmaya devam ediyor. İçinden koparılan büyükçe parçasını hayatta tutmak için, iyi yetiştirmek için, kendi yaşadıklarını sana yaşatmamak için sürekli olarak direniyor hayata. Kendi yalnızlığına ağlamıyordur bir anne evladınınki kadar. Bizler çocuklar olarak o bağın ne demek olduğunu anlayamadığımızdan beklenen tepkileri vermiyoruz her zaman. Bunun öncelikli sebebi özgürlük duygusu, ikincil sebebi ise yılları beraber geçirdiğimizden kaynaklı tahammülsüzlüğümüz ve dolaylı olarak ön yargılı olmamız, o çok değerli insanlara. Bu kaçınılmaz bir durum aslında, her insanın başından geçen.. Doğduğum için mutlu olan insanlar tanıyorum ve hayatımın her yeni yaşında daha nicelerine beraber olmamızı ümit edenleri. Ben de sevdiğim insanların nice günlerinde yanlarında olmayı umuyorum ayrıca. Mevzu kişinin kendi doğum günü olduğunda zaman zaman daha coşkulu ya da karamsar olabiliyor. Dünyaya gelmek benim seçimim olmadığından dolayı bu seremoni anlamsız gelse de burada yaşamak, kendim olarak yaşamak, kendi hayatımı yönetmek ve bunun bilincinde olmak güzel. Yeniden dünyaya gelsem annem değişmesin isterdim. Bir anneyi anlamaya çalışmak ve hatta bunu başarabilmek çok zor, kaldı ki insanın kendisiyle bile anlaşması her zaman mümkün olmuyor. Sevdiğim insanların varoluşlarından dolayı duyduğum mutluluk bir yana annelerinin böylesine sevilesi evlatları yaşatabilmiş ve yetiştirebilmiş olmalarından dolayı hissettiğim saygı sonsuz. Ne mutlu ki doğurmuşsunuz bizleri, iyi ki bizimlesiniz. İyi ki varsınız anneler. Sizsiz dünya katlanılmaz bir yer olurdu.

Iyi ki doğdun çocuk ve iyi ki doğurdun anne..

Sevgi her zaman annelerimizin bize duyduğu gibi aşk ve sonsuzluk dolu olsun..

T.

10 Ekim 2011 Pazartesi

- Derin -

Hayat, insana bazen geçmişinde kapalı olan kapıları yeniden aralama olanağı tanır. Bu olanak elbette ki gelişigüzel değil. Yaşananlar, yaşananlara verdiğin tepkiler, yaşayamadığın günlere dair duyduğun merak, hayattan aldığın derslerin ardından, zamanında verdiğin değer ve beslediğin sevginin karşılığı olarak belki de geçmiş senelerde rafa kaldırdığın ama içten içe hiç tozlanmasına izin vermediğin, o sevgili kitapları ve az eskimiş sayfalarının kokusunu derince içine çekme şansı veriyor... Yılların ardından yeniden aynı heyecanı yaşamanın paha biçilmezliği ile yıllar önce ve boyunca yaşayamadığın tüm saniyelere, çok olmamakla beraber, içerlerken bulabiliyorsun kendini.. Eh kavuşmalar, unutulmaz anlar, hoş sohbetler, değişik yemekler, sıcak ortamlar, güzel deneyimler ve ölümsüz anıları biriktirip yetinmeyi öğreniyorsun her seferinde..

Tutup çekesi gelmez mi insanın o en değerli anları diğer sıradanların arasından? Gelir muhakkak.. Camdan bir fanusa yaslayıp tüm dinginliğini, derinliğini ve doğallığını baş köşesine koyarsın yüreğinin, zihninin. Daha bir üstüne titrer insan böyle vak’alarda. Eskiden erişme şansın olan, yakın olduğun insan ve nesnelerden , mekanlardan uzakta, onların özlemiyle yaşarken bir yandan, her ne kadar uzak olmaları üzücü olsa da, hayatın sana geçmişte yarım kalan olayları değerlendirip yönlendirme ve yaşama şansı vermesinden dolayı minnet duyarsın ellerini kavuşturup..

Değeri derinliğidir uzakta olanın..

T.

18 Eylül 2011 Pazar

Dadiy & Huzur

Farkettim ki nicedir vakit ayıramamışım anlatmaya. Çok güzel ve anlamlı zamanlar geçirdim. Bol bol gezdim, uyudum, okudum, dinlendim ve farkettim. Fethiye'de Ölüdeniz civarında 8 günlük muazzam bir tatile çıktım. Yamaç paraşütünden tekne turuna, safari turundan kültür turuna pek çok gezdim. Hissettim, dokundum. (Deve sevdim :) Hiç uyumadığım kadar uyudum sanırım ve gerçekten de uykunun insanı dinginleştirdiğine emin oldum.. Yaklaşık 3 haftadır kafamda sesler duymuyorum, bu yolculuğun ve mütakip günlerin faydasını görmek beni çok memnun ediyor.. Uzun uzun yol katettim genelinde sadece durdum ve izledim. Soruların ve seslerin beni terketmiş olması muazzam bir his. Hayatımdan çok memnunum, güzel insanlar tanıyorum, kendimle güzel vakit geçiriyorum, çamaşır kokusu ve kitap kokusunu seviyorum. Takılıyorum işte sorunsuz. Özgür, daha kendim, daha çıplak.. Çıplak yüzmek gibi, tüm bedenimle hissediyorum içimdeki güzel enerjiyi.. Mutlu hayallerim var ve birkaç küçük planım önümüzdeki 1 sene içinde gerçekleştirmeye kararlı olduğum. Onlar için sıralamalar yapıp nadasa bıraktım. Zamanları gelince teker teker hayata geçireceğim için çok heyecanlıyım.

Kafatasımın içindeki çarklılar sanki görevlerini mükemmel bir şekilde gerçekleştirerek hiç ama hiç yorulmama sebep olmadan çözüyorlar her türlü sıkıntıyı. Ha bir de zaten ne kadar sıkıntım olabilir ki, değil mi? Kendimle ilgili müthiş farkındalıklar yaşadım ve bunların üzerine eğilerek inanılmaz işler çıkaracağımdan şüphem yok. Yakın gelecekte adım adım paylaşma fırsatım olur umarım. Ellerim yeni bir alanda benim için çalışacaklar :)

İçimde ve dışımda beni saran güzelliklerin ve sevginin kıymetini bilmeye çalışıyorum. Bu sebepledir ki güneş hep tepemde, hiç yalnız ve karanlıkta bırakmıyor..

Müthiş güzel bir gün bugün, sabah güzel bir şarkı ile uyanıp hazırlanıp işe geldiğimde dünün tersine tamamen dinlenmiş ve rahattım. Dışarıda güneş pırıl pırıl. Şortumu çektim geldim :) Güneşi yakalayamayacak olsam da bugün içinde onun sıcaklığından faydalanabildiğim için mutluyum.

May the peace be with all of you

Love

T.




21 Temmuz 2011 Perşembe

-Stop / Stop Motion-

Durumun hali aslında aynen belirttiğim gibi. Stop ve hatta stop motion bir tatil geçirdim kendi çapımda. Tatil derken hafta içi tatili ama buna da şükür diyelim.Yıllardır yer yer sayıklarım 'zaman dursun' diye, bu sefer belki de hayatımda ilk defa zamanın durduğuna şahit olmakla kalmadım derinimde bir yerlerde tüm valığımla yaşadım da.. Tembel hayvan misali yeşerdim, (yeşermekten kasıt bilmeyenler için; tembel hayvanlar o denli ağır hayvanlardır ki ,yazık onlara, her bir yerleri yosun falan tutar o manada yani rockçıyız yanlış anlaşılmasın. Serpil'e sevgiler) renk renk çiçekler açtım ve hatta isim bile taktım onlara.. Periler, nilüferlerin üzerinde dans edip şarkılar söyledi.. Suyun altından izledim, gözlerimi kapattım. Peri olduğumu düşündüm, periliği hissettim. Ruhum soyundu karşımda umarsız, gördüm, çıplaktı, utanmadı, gösterdi kendini, ben yaşarken, o bağımsızdı, gezindi çevremde, danslar etti, şarkılar söyledi. Hep mutluydu, hem keyifliydi.. Büyülü tozlar saçtı saçlarımdan aşağı, gençlik pınarında yıkadı bedenimi..

İşin gerçekliğine döndüğümüzde, yıllarca biriktirdiğim insanlarla vakit geçirdim, her saniyesi paha biçilmezdi. Boğaz manzarasında çaylarımızı yudumlarken içten içe köklerimi saldım toprağa. Tempolu hayata dönmüş olmanın şaşkınlığı ve uyuşukluğu içerisindeyim şu an, sanki uyanmak istemezcesine yanan gözlerimle, dağınık dikkatim refakat ederken dingin bedenim bir yana , aklım, fikrim, hislerim, öte yandan hüzünlü bir şarkıyla beraber başa sarıp duruyor. Hüzün melankoli sebebiyle değil ama.. Öylesine. Aklıma ilk gelen parça olduğundan belki de. Sadece duruyorum, duruyorum ve bakıyorum ve gülümsüyorum. İstanbul'un mucizelerine ve büyüsüne bırakıyorum Güneş'imi..

Hayatıma dair büyüttüğüm beklentilerimden her geçen gün arındığımı görüyorum, demek ki sağlamlaşıyorum. Bu memnuniyet verici bir gelişme şahsım adıma..Zira hayalkırılıkları da böylece azalıyor, eskiden yaşadığım kaotik kargaşalardan çok uzakta, fikri sabit, mutlu, kendi halinde birine dönüşüyor olmanın keyfini sürmekle yetinmeyip insanlara aşılamaya başlıyorum. İçimdeki sevgiden daha çok güvendiğim bir şey olmadığını biliyorum. Hayallerim var elbette, rengarenk karavanımla dolaşmak istiyorum. Sevdiğim insanları yanıma alıp dağlara çıkmayı, en azından bir müddet. İnek istiyorum, evet benekli olanlardan:) Çocuksu hayallerimi nesquickli sütle besleyip, renkli jelibonlarla şımartıp, özel fanusumda zamanının gelmesi için nadasa bırakıp gerçek hayata gözlerimi açıyorum..

Bazı ruhlar var, inanıyorum, eşleşmek için yaratılan hatta hiç konuşmadan, anlatmadan, tüm varlığını paylaşabilen.. Renkleri olan, büyüleyici olan, asi ve ürkek olan.. Hayatımdaki insanların ruhlarını, bana çağrıştırdıklarını, onlara dair hislerimi ve sevgimi de harmanlayıp renklendirmeye başladım son zamanlarda.. Turuncu, açık yeşil, koyu yeşil, yosun yeşili, uçuk mavi, yavruağzı, gri, nazar boncuğu laciverti vb anahtar kelimeler yarattım süzgecim için.. Daha bir güzelli oldu sanki :)

T.

'Göz göze geldiğinde, ruhuna kanca takılmıştı aslında çoktan. Onlar birbirini beğenmişlerdi sadece bizim tanıştırmamız gerekiyordu. 'Merhaba.'.'

17 Temmuz 2011 Pazar

-Dondurma-

Gitar hiromla aşkımız ciddiyet içerisinde devam etmekte. Resmen birbirimizin üzerine titriyoruz. Sımsıkı sarıyor beni boynumdan. Öyle ki komşular rahatsız olup halk oyunları ekibi gibi tepemde tepinmesinler diye kulaklıkla falan oynuyorum o denli. Başucumdaki 5 kitaptan sadece 1 tanesini yarılayabildim, çantamdakini de yarıladım ancak yol 15 dk olduğu için hızlı ilerleyememekteyim. Şirketteki kitabımda kaçıncı sayfada kaldığımı unutalı çok oldu. :) Olsun en azından okuyabiliyorum diyip kendi kendime seviniyorum işte. İlk haftasonu iznimde elimdekilerden 2 tanesini bitirip yeni sayfalara ayak basmayı ümit ediyorum.

Mahallenin çocuklarının dehşetengiz çığlıkları ve bağırmalarına bir müddettir maruz kalmadığımdan sanırım biraz daha sakinim. Ee ne de olsa 2 haftadır hafta sonu çalışmaktayım ve haftaya da çalışacağıma göre dış stres etkenlerinden bir nebze yalıtılmış olacağım.. Evi saran çamaşır kokusuna hasretim sanırım. Meğer insanoğlu ne kadar mekanik ve bağımlı bir canlıymış. Cumartesi pazar çamaşır kokmayınca çevrem, kendimi uzak hissediyorum. O sebeple dün deterjanların durduğu dolabın kapağını açtım. İçeriyi deterjan kokusu sardı. Kendi kendime bir gülümsedim : ^_^ ehi!

Herkesler Rock n Coke ta zıplarken (yemeksepeti hareketi dahilinde) ben de son ses müzik dinleyip işimi gücümü yapıyor, yer yer hayallere dalıyorum. Heyecanıma yenik düşüp hayallerimi çeşitlendiriyorum sonra daha da heyecanlanıp kendimi kaptırırken tam, vara vara bir beyfendinin tokat gibi sesiyle dünyaya iniyorum..

Benim tatilim bundan tam 4 saat sonra başlayacak. Kendimi kapatıp ruhumu besleyeceğim, çok güzel vakit geçireceğim. Heyecanlıyım, mutluyum, şahaneyim, kaybolmaya hazırım. hede hödö ehem..evet!

Özlediğim insanların yaz sebebiyle şehre ayak basmalarının verdiği keyif de ayrı elbette. İstanbul oysa ki her daim mükemmel, yazı ayrı, kışı ayrı. Gündüzü, gecesi, günün kendi içi bile bir ayrı. Pek çok şeyden keyif alabileceğin bir şehir. Gri ruhlardan uzakta, canlı renklere yaslayabiliyor insan sırtını.  Sevdiceklerimleeee, sonraaaa, pampişlerimlleeee vs. en kısa zamanda kavuşup özlem gidermeyi ümit eder şimdilik veda ederim.

Bu sırada, kendimi tüm gün uslu durur ve ,mecburiyetten değil de gerçekten içinden geldiği için, samimi olursa önce dondurmacıya sonra da sinemaya götürüleceğine söz verilmiş çocuklar gibi hissetmekteyim..

T.

8 Temmuz 2011 Cuma

- Phoenix-

Bir müddettir sineye çekilmiş kişisel gelişimim için kendime zaman ayırmaya karar vermiş tapınağıma kapanmıştım. Ardından içimdeki agorafobiyi aşmak suretiyle sokaklara dökülmüştüm. Vel hasıl el kelam yazmaya ne zamanım vardı ne de gönlüm diyelim.

Ayh biz insan hayvanı pek meraklıyız, herkesin bildiği gibi, derdi sıkıntıyı pantalon askısı gibi omuzlarımızda taşımaya.. eh çocukluktan süregelen bir karamsarlığa hakim olduğumdan yer yer parçalı bulutlu bir ruh haline bürünmekteyim, ben de sonunda,  kapandım içime uzunca bir süre. İyi de oldu hani. Yıllardır biriktirdiklerimi döküp önüme, ellerimle eledim.. İşe yarar, işe yaramaz diye ayırdım. İç çekmecemi düzenledim. Rahatladım. Hafifledim. Fazlalıklarımdan kurtuldum, şimdilik... Aynı anda birbirinden bağımsız kitaplar okuyup, konsantre şekilde tv izleyip, sonunda eve attığım guitar heromla mutlu mesut yaşamaya başladım.. Hafta sonları çantamı sırtıma takıp, içinde hangisine devam edeceğimi bilemediğim kitaplarım, yedek kıyafetim, fotoğraf makinem vs. yollara düşüp yürüyüp, müzik dinleyip, yürüyüp, sahilde kitap okuyup, yürüyüp, sağa sola bakıp, düşündüm. Kendimi koluma takıp gezdirdim. Sokak konserlerini izledim..
Güzeldi... İnsanlar, müzikler, izleyenler, hava, ışıklar.. Güzeldi işte, bahardan kalma günlerde vücuduma teğet geçen tramvaydan tut, birbirine sarılan insanlara, minicik kadınlarla kocaman adamlara kadar, kağıt bardaklarda şarap içen gençlerden, yazın ortasında bere takan kızılderililere kadar gördüğüm şeylerin keyfi son derece yerindeydi. Beslendim..

Sonra sadece durdum ve izledim ve gülümsedim. Böylelikle, aslında tamamen olmamakla beraber, yargılarımı bir nebze anladım, beni rahatsız eden şeyleri artık dile getiriyorum ve bunun yaparken yargılamıyorum ve yargılanmaktan da korkmuyorum.. İçime attıkça daha gergin bir insan olmuşum artık daha rahatım. 'Ayh!' dedim artık 'bırak gitsin yani!' İnsanlara kızma çünkü herkes aynı düşünmez, art niyetliler diye yargıladıkça sen de art niyetli oluyorsun görmüyor musun? İlişme çekil kendi dünyana, eğ başını, ne olduklarını biliyorsun madem kabullen devam et yoluna, böylece duyduğun sevgi parçalanmaz içinde, sen sevmeye devam ettikçe güzel her şey, dedim ve bir müddettir insanlara kızmıyorum. Aferin bana.

Gidenlere üzülme, gelmeyi seçen gitmeyi de seçebilir sonuç olarak. Demek ki görmüyor..Sağlıksızlığına takma bu kadar, neler neler var dünyada. Senin nasibine düşen de bu olmuş kabullen, yaşamayı öğren, Zaman zaman çok kötü günler yaşayacaksın, yanında olanlara minnet et. Üzülme. Geçmişte yaptığın hatalar zaten ders alman içindi. Tekrarlarsan kızma kendine, tarih tekerrür eder ne de olsa. Ve hatta hep benzer hataların birbirine. Ne kadar az zararla sıyrılıyorsan kendinden, fark et. Pişman olma..

Aşk ve sevginin bedeni yok, anne kolları olur, dost kolları olur, yabancı birinin kolları olur. Aşk ve sevgi güzeldir. Bütün olarak ele alıyorum, ayırmıyorum, beslenebildiğin kadar beslen, besleyebildiğin kadar besle.. Cimri olma, açgözlü olma, yaşadığının kıymetini, o an bil yeter..'Onsuz kalmaktan asla korkma zira herkes gitse de sen varsın' dedim.. Bence iyi ettim.

Daha sakin, açık sözlü, sorumluluk sahibi, farkında, ama az biraz deli, biraz çocukça, az biraz masum ve rengarenk bir hayat yaşıyorum. Pek de memnunum açıkcası, ne diye bir şeyleri kalıplara sokmaya obsesif bakıyoruz bilmiyorum. Her şey kendi şeklinde güzel zaten. Olduğu gibi yaşanabilir hatta, ama biz isteriz ki insanlar bizim gibi düşünsün, bizim gibi tepki versin, cesur olsun ama kaybetmekten korksun. Bu nasıl ikilem? İnsan hayvanı kendi gibi olsun, mutlu olduğu noktada yaşamaya devam etsin, mutsuz oluyorsa ya algısını değiştirsin ya da yerini :) Çözüm çok kolay. Kendimizi sıkıntıya sokmamıza gerek olmayacak kadar çeşitli aslında hayat.

 'Eğer dudaklarının şişmesine razıysan' 1 çuval tuzlu çekirdeği çitle sabaha kadar.. Uykundan ol, gözlerin şişsin, e haliyle bedenin de şişsin ama önemli değil gerçekten değdiyse ne âlâ. İyi ki yapmışsın.. Elbet doyamasan da tadını almış hafızana kazımış olacaksın. Müthiş bir anı yüzünü güldürecek ve sıkça hatırlayacağın saniyelerin olacak.

Peki tüm bunlara rağmen insan hayvanı doğal yaşantısında kendini mutluluğa karşı neden engelliyor?

Adı üstünde kendini engelliyor. Elindekiyle yetinmiyor, elindekini bir şekle sokmaya çalışıyor, toprağın üzerine su serpiyor, kil ekliyor ve yorulsa da yoğuruyor, yoğuruyor. Sonunda güzel bir obje elde etse de o an itibari ile aslında hayal ettiğine sahip olamadığı gerçeğini anlama sürecine giriyor ve ne yazık ki er ya da geç bu objenin kırılma olasılığı var ya da gelecekte artık onu eskisi kadar beğenmememiz olasılığı.. Kendi yarattığını bile beğenmiyorsa insan, ya kendini geliştireceksin ya da elindekini olduğu gibi beğenmeyi öğreneceksin yani yetinmeyi öğrenmek şart. Başka bir alternatif ise; at eskisini al yenisini.

'Biz'lik, 'Bütün'lik kavramına ihtiyacın yok.. Varsa da kendin için var. Geçmiş zaman zaman nice güzellikleri serer önüne.. Sabretmek ve çok istemek önemlidir bu noktada.. Sabretmenin mükafatını alacaksın nasıl olsa, ama şekle sokmaya tenezzül ettiğin anda tek nefesle üflemiş gibi olursun yıllarca biriktirdiğin tozu, havaya.. Gelecek zaten muazzam bir merak aynı zamanda muamma..

Oh pek âlâ..Daha nicelerine yaşamlara..

Me, myself, I

T.

29 Mayıs 2011 Pazar

-Toprak-

Ankaradayım, doğduğum büyüdüğüm ve bir hamlede, bir gecede toparlanıp arkamı döndüğüm yurdumda.. Ne kadar standart her şey diye gezerken sokaklarda tüm bu düşüncelerime rağmen buranın kokusunu ne denli sevdiğimi hatırladım. Sevdiğim insanların bir kısmıyla görüşme şansım oldu, geçmişi düşündüm uzun uzun, ne denli kalıbına sığamayan bir serbest olduğumu. Sokaklara aitliğimi ve deli divane aşık olduğumu anımsadım..

Anneme sarıldım ve anneanneme, anne kokusunu hapsedebilmenin bir yolu olmalı diye düşündüm. İnsanın canının gözlerinin önünde yaşlandığını ve sağlığını kaybedişine tanık olmak bir yana, bu süreci hızlandıran en önemli unsurun üzüntü olduğunu farkedip kendini suçlamanın dibine kadar indim. Zor bir çocuktum, zor bir kadın oldum. Zorluk konusunda hayatımda bir gelişim sergileyebildim mi bilemiyorum.. Ama uzun sürmedi, üzüntüm, kabullendim ya da geçiştirdim emin değilim. Annemin kollarında, onun kokusuyla ölebilirim, bir kere daha inandım.

Anılardan açıldı konu 3 jenerasyon aile kadın meclisinde, gülüşmeler oldu ve konuşmalar. Yılanlarla konuşan derya gibi büyük babamı yad ederlerken anladım ve onlar da farkettiler ki Kadir'in genini taşıyan tek serseri benmişim ailede. Kadir gecesi doğan ve Kadir gecesi ölen bu güzel adamı bir kere dahi görememiş olmak içimi ne denli burktu ne büyük haksızlıkmış dedim içimden ve üzüldüm inceden. Zira severek yaşadığı hayat meğer benim yanıp tutuştuğum hayalimmiş. Ve anladım ki eğer tanışabilseymişiz mükemmel bir ikili olurmuşuz.

Bir gün o hayatı yaşayabilecek miyim, merak ediyorum. Ait olamamanın acı gerçekliği beni her geçen gün binalardan, teknolojiden, kötü niyetli, yok etmeci, rekabetçi insanlardan uzak kılmak istiyor. Bu denli gri betonların içerisinde, bir dirhem yeşillikten ve doğadan yoksun milyarlarca insanın halen nasıl yaşayabildiklerine inanamıyorum. Sevginin aşkın kıymetini bilemeyen, olması gerekenlere kör kütük tutulmuş, baskıcı, uyarlamacı insanlardan o denli bunaldım ki, bir inek bir panda kendimi dağlara bayırlara vurmak istiyorum ve bu arzum ne kadar şiddetlenirse, gerçekleştirememekten duyduğum hiddet gözlerimi dolduruyor. Kırıp döküp, yok etmek istiyorum. Şehirleşiyorum.

Doğaya ait olabilirim, bir şeylere ait olmak isterim muhtemelen. Yalnızlığın tadını çıkara çıkara yaşasam da, insanın kendini güvende ve sevgide hissetme arzusu yer yer sıkboğaz ediyor fikirlerini.. Duygusuzlaştırıyor. Artık acılar bile o kadar geçici ki, dibe vurmaya zaman yok ne saçma. Neden 2-3 gün sürüyor diye sormadan kendimi alamıyorum. Peki ya mutluluk, o neden hiç sürmüyor, neden sadece az biraz huzur koklamalarıyla yetiniyoruz..

Evlenelim dedik, bir gün evlenelim seninle, bunu gerçekten başarabiliriz, daha önce de demiştik. Bu sefer 2 oldu, ama doğaya gidelim, ama karavanımız olsun, ama kaçalım bu şehirlerden, ancak o zaman gerçek anlamda özgür olabiliriz dedik. Şimdi yılları sayma vakti..

Bu sefer sayıklamadım seni İstanbul, sende yaşayamadığım hayatı da.. Denizini özledim, vapurlarını, çimlerini, kahveni ve martılarını. İnsanlarını özlemedim bu sefer İstanbul senin. Ve hatırladım sabah uyanıp güler yüzle karşılaştığın herkese selam vermenin ekşi kokusunu. Toprağımın kokusu sinmişti sanki çok sevgili anılarıma, her bir sarılana, her bir dokunana öylesine işlemiş ki, hepsini tek tek kokladım. Tek tek öptüm, içime çektim, bir müddet saklayacağım. Çok insan öptüm burada ne de güzeldi..

Geri döneceğim için belki de uzun süredir ilk defa sıkkın canım. İçim çekiliyor sanki, bu sefer beni fena çarptın Ankara. Yıllardır hiç bu denli sarılmak istememiştim sana. Ama hatırlattın da geçmişimi ve kaybetmemem gerekenleri..

T.

21 Mayıs 2011 Cumartesi

-Güneş'im gitti..-


   Böyledir işte, bir bakarsın ellerin sıcacık bir bakarsın buz tutmuş. Genelde alev alev yanan vücudumun şu sıralar buz kesmesinin sebebi ne ola ki.. Uyku tutmuyor, zevk vermiyor yaptıklarım,  iştahımı yitirdim ve hatta sesim de pek nahoş geliyor kulağıma. Bahardan mıdır bilinmez bir dengesiz ki hava, o gel git yaptıkça sanki ben de kendi içimde bir dibe batıyorum, bir üste çıkıyorum. O dalgalanma içinde tabi ki insanları ve olayları kaçırıyorum.. İnsanoğlu işte kıymet bilmez bilirsiniz, bir şeyin değeri olması için ya tutuşacak kaybetmek korkusuyla ya da kendinden az biraz vazgeçmeye gönüllü olacak ki zıtlıkları uzak tutabilsin.. Çok üzgünüm, ana rahminin kıymetini bildim mi hatırlayamıyorum, ancak 12 gün rötarlı doğmuş olmam belki de doğmamaya duyduğum hevesin bir göstergesiydi..

 Huysuz, uyumsuz, uzlaşılmaz biri olarak derim ki, her ne kadar bu lakaplar beni üzse de elbette ki gerçeklik payları var lakin bu durum herkes için geçerli değil midir aslında? Herkes istemez mi kendi dilediği olsun, herkes kendiyle alakalı olmayan konularda yorum yapmaz mı? Eh görülen o ki içimdeki çocuğun biraz fazla şımarık olması sebebiyle, bende bu hareketler büyük büyük, fikrimin öyle olması gerekmiyor, hareketlerim büyük :) Biraz teatral olmakla beraber aslında belki de bir nevi inkar ediş içerisindeyim.. İstemiyorum ki ben bu düzende, bu dünyada be şekilde, bu şehirde, yaşamayı. Kendimce eğlenceli kılmaya çalışıyorum olayları ve içimdeki çocuğumun Güneş'in kontrolüne bırakıyorum pek çok şeyi. Çünkü kalmak, olduğun yerde devam etmek hep zor benim için. Her zaman bir gitme arzusu içinde buluyorum kendimi, olduğum yerden uzağa, gergin bir ortamdaysam anında orayı terketmek istiyorum mesela. Çocukken de ne zaman sinirlensem anneme, çantamı hazırlar 'ben gidiyorum' dermişim. İyi ki zaptetmiş çünkü içten içe biliyorum giderdim.. Hep gitmek istedim. Bir yere ait olamamak bu olsa gerek, bir yere ait olamayınca kimseye ve hiçbir şeye de ait olamıyorsun. Kendince bir dengesizlik içinde yaşıyorsun işte, kendim gibi insanların olduğu bir yere bile ait olabilir miyim bilmiyorum, isterdim elbette. Canım anneme bile ait olamamanın hüznü içerisindeyim şu an..

Belki de gerçekten bırakmam lazım içimdeki direnci, susup izleyip, kabullensem daha az acı verici olur muydu geceler? Ya da gitsem tekrar, nereye olduğunun önemi olmadan, cesaret edebilir miyim bir kez daha ardımda bir şehir bırakmaya? Şu an edemem ama yakın zamanda edebilirim, anlamını kaybedenler çoğunluk olduğunda yüksek ihtimal.. Ama görüyorum ki şu anki karamsarlığımın sebebi her ne kadar günler ve geceler süren uykusuzluk olsa da Güneş'imin gidişi. O kadar alışkın değilim ki onsuzluğa, içimden fırlamasına, kendi kendine sağa sola sataşmasına, bazen iç sesim olmasına. Olduğum yeri yaşanabilir kılıyormuş, görüyorum,  günlerdir derin bir sessizlik içerisindeyim..

Adaptasyon sorunu olan biri olarak bunu da tez zamanda aşıp alışacağımdan şüphem yok. Sadece Güneş'siz tadı yok gülümsemenin bile.. Seni seviyorum Güneş, senin varoluşunu seviyorum, senin masumiyetini ve inatçılığını seviyorum. Başını göğsüme koyup ağlamalarını seviyorum, oyuncaklarını sağa sola atıp yüzüme gülmeni seviyorum. İstediğin şey konusundaki ısrarcılığını seviyorum. İçime sokulup uyumanı seviyorum, uykunda elimi tutmanı seviyorum. Minnacık ellerinle yüzümü sevmeni seviyorum. Sana dair varlığına dair her şeyi kayıtsız ve şartsız seviyorum..

Çok ağlamakmış yokluğun, Güneş...

T.

13 Mayıs 2011 Cuma

- Öfke -

Çok çok çok kızdım, sinirden ellerim mi titremedi, kalbim mi sıkışmadı, gözlerim mi dolmadı. Sonra düşündüm anlamaya çalıştım neden! Her insan sorar ya elbet kendine neden, hiç kimseye borçlu kalmadım ki ben maddi manevi, neden ben.. Bedelini elbet ödediğim hatalarım oldu ve hatta başıma geleceklere dair fikrim olmamasına rağmen su testisi hikayesi misali, öncesinde bedel ödeyip sonra durumla karşılaştığım çok oldu. Durduk yere hastanelik oldum, damarım patlatıldı, dudaklarım uçukladı ve ardından aldığım can sıkıcı haberler. Normal insanlarda bu durum tersten işler elbet ama bir Benjamin Button tribi yaşamaktayım diyip geçiyorum..


Gelelim asıl konumuza ve yardımcı oyuncumuza... Ben Karma ya inanırım. Gerek aldığım eğitim sebebiyle gerek self motivasyonum sebebiyle biliyorum ki atalar da boşuna dememişler 'Et me! Bul ma! dünyası' diye! Pekala sorarım sana ey münafık, sanır mısın ki sağdan soldan aldığın 3 kuruşluk akılla attığın adımların bedelini en ağır şekilde ödemeyeceksin? Sanır mısın ki bir gece uyutmadığın insanın sade enerjisi seni uykundan etmeyecek günler ve gecelerce; bilmez, anlamaz mısın ki sarfettiğin her kelamın bedelini 3 kuruşluk akıl aldıkların değil dillendiren olarak sen ödeyeceksin. Ve er ya da geç pişmanlıkla taşınacak, özür dileyeceksin. Kaç kere affedilmeyi hakeder bir insan sordun mu hiç kendine. Kotanı doldurmuş olmaktan korkmaz mısın?


Küfür et, kız, bağır çağır ama haksızlık etme, kıskan, içerle gerekirse hırslan ama terbiyesizlik etme. Bu iki karaktersizliği sergilediğin sürece ne benim eleğimden geçer tanelerin ne de tutunabilirsin pozitivist dünyada. Sıradan bir mahlukat olarak yaşar, aptallığına yanar, kim bilir belki bir gün anlarsın değersizliğini..


Ademoğlu aptaldır, bu aptallığın sebebi niyettir. Niyetini iyiye kullananların ruhu emilir, niyetini kötüye kullananların günleri silinir elbet bir şekilde evren yürümen gereken yolu sana empoze eder, ister istemez o yola girersin seçim hakkın yoktur.


Sanma ki eşsizsin.. Adabınla yaşa, insan gibi silin yer yüzünden. Ağaçları sev, hayvanları sev, gökyüzünü sev, güneşi sev, kendini sev.. Kendini sevemedikçe her daim acı saçacaksın etrafına. Kurbanların bir şekilde sıyrılacaklar yörüngenden, kendinle ve zehrinle kalacak, yok olacaksın; değersiz. Layığıyla ver aldığın nefesi, edebinle yaşa..


T.

6 Mayıs 2011 Cuma

Ah Mine'l Aşk, canım blogum

Çok özledim, yokluğunda kağıdı kalemi elime almaya üşendim o denli alışmış ki parmaklarım akarak yazmaya tutamadım alternatifleri, bekledim öylece, düşündüm elbet pekti fikirlerim, büyüyorum karşı koyamadığım bir hızla, gerçi reddetmek yeterli şahsıma, rengarenk çiçekler takip narin vücuduma vurunca kendimi yollara her daim beraber olduğumu bildiğimden içimdeki çocukla, sorunsuz geçiriyorum zamanımı, hep güzel yaşıyorum...

Bu haşmetli dünyanın an be an niyeti bozuklarla dolduğunu, çakalların meydanda cirit attığını, ademoğlunun çıkarları uğruna göze alabileceği eylemleri izledim, dinledim. Vay be dedim. Herkesler ne kadar da ciddi ve anlamlı konuşuyor. Anlamsızlığıma güldüm, kendime gülmüş olmama kahkaha attım, keyfim pek yerinde kimse dokunmasın, dinimiz amin:)

Baharla beraber aşk sarmış ortalığı, çiçekler, hayvanlar, insan hayvanı doğal ortamında açılıp saçılmış. Gülücükler dökülmüş ağaçlardan minicik, yer yer güneş vurunca simalara, derinliklerine şahit olabiliyor insan, negzel.

Havalar hala karanlık, hala yağmurlu, kafatasımın içinde bir yanma, direniyorum :) Bedenimde yeni bir motif, yüzümde gülücük çizgileri, ciciler, patiler, yürüyorum.


Ey bahar! Sürükle beni rüzgarlarınla, şehirler dolusu sevgi ve renk taşıyayım sırtımda.. Gezgin olasım var, çadırım, sandaletlerim, sırt çantam, rengarenk şortum ve bastonumla çıplak ayak koşasım var..

'ah mine'l-aşk ve hâlâtihî
ahraka kalbî bi harârâtihî'

4 Mart 2011 Cuma

Raund 1: SüperEgo - Özgürlüğe karşı

Ademoğlu her yerde aynı. Dünya bir düzen oturtmuş artık. Güçlüler illa akıllı olanlar değil elbette, fırsatları zamanında değerlendirenler yahut değerlendirenlerin yanında vakitlice yerlerini edinenler.. Ama bir şekilde şanslı olanlar, oyunu kurallarından da üstünde bir çakallıkla oynayanlar ve hatta kendi yolunu bulanlar, o insanların arkasındaki gölgeler olmuş. Kendi varlığından öte olduğu imajı koruyabilmek adına onurundan vazgeçemeyecek kaç insan vardır ki yer yüzünde. Maskesini indirmemek uğruna başkalarını lekeleyen,  büyük adamların himayesindeki sözüm ona piyonların ipleri ellerinde tuttukları bir çağda yaşamaktayız. Acı gerçek ise hepimiz için bir oysa: bir piyon gider diğeri gelir, her piyonun gizli görevi feda edilmektir.

Dürüstlüğün aptallık olduğu günümüzde insaniyeti muhafaza etmenin manasını sorgularken ademoğlu, sığınak da bulamadığından septik ruhuna, yalnızlaşır, agresifleşir. Vel hasıl el kelam her halükarda bir şekilde düzenin içinde kendi doğrularını kendi stiliyle yaratır ve yaşamaya devam eder..Mecburdur.  Büyük şehirlerde hayat dolu dizgin aksa da yaşamın adım adım öldüğü gerçeği içini burkar, yaşam artık doğanın kalbinde varlığını sürdürmektedir. Zira teknoloji ve millenium insanlarının hala tam olarak yok etmeyi başaramadığı ya da her girişiminde bir şekilde toprak ananın direnci nedeniyle bedelini ödediği tek büyük güç hala doğanın kendisidir..
 Buna karşılık lüks içinde yaşamaya alışmış olan insan hayvanı doğal ortamından kopmaya cesaret edemediğinden, psikolojik savaşa devam etmek mecburiyetindedir. Az biraz yozlaşmalıdır, dişlerini tırnaklarını bileğlemelidir, gözlerine sözlerine nefreti yerleştirmelidir ki zayıflığı ötekiler tarafından anlaşılmasın, saldırıya uğramasın. Bir yandan kendini geliştirme, ruhunu genişletme isteği duyarken diğer yandan demir parmaklıklardan daha yumuşak ancak aşılması imkansız bir zindana hapsolmaktadır. Kurallara, toplumun değerlerine uyma zorunluluğu kendi gerçekleriyle çeliştiğinde ve bu diğerleri tarafından fark edildiğinde fısıltılar boy göstermeye başlar. Bu durum insanı huzursuzlaştırır. Kimse bir diğeri ile hemfikir olma zorunluluğunda değildir. Farklılıklar bütünün en değerli parçasıdır. Mutlak anlayış var olana duyulan sevgi ve yargısızlıktan geçer. Herkesin istediğini istediği şekilde yapma hakkı vardır. Yargılanma korkusu da diğer tüm korku tipleri gibi insana empoze edilmiş bir değerdir ve kişinin kendinden vazgeçmesi zorunluluğudur. Kişi kendinden vazgeçtiğinde robotlaşır, mekanikleşir; şahsiyetini, bireyselliğini kaybetmeye başlar. Zamanın bir yerinde kurallara boyun eğdirilmiş insan patlar, kontrollü yaşamaktan usanmaya başlar ve kendini yeniden şekillendirme arayışına girer. Kontrolsüzlük, kural tanımazlık, düşünmeden hareket etmeyi beraberinde getirir. Bu kontrolsüz adımlar kişiye zarar verir görünse de stabil sıkıntıdan uzaklaşmasını, yaşamı boyunca sadece kendinden sorumlu olduğunun, kimseye hesap vermek zorunda olmadığının bilincine erişmesini sağlar.

Tutsaklıktan sıyrılmasını sağlar, kişi özgürleşir. Cesurlaşır, korkusuzlaşır. Başını yastığa huzur ve özgüven içinde koymanın hazzının yaşar yeniden. Böyle durumlarda daha güçlü hissetmez mi ki insan kendini. Tüm dünyaya karşı koyarmışcasına yorulsa da, başardım, kendim olarak başardım, kendim için başardım, doğru olan için savaştım, demek paha biçilemez..

T.

There's only one success, to be able to spend your life with your own way!

10 Ocak 2011 Pazartesi

- Önce Yorucu, Yorgunluğu Üzücü-

İnsanoğlu; yani 'ben kişisi', her zaman nesne veya olgu ya da duyguyu, varlığının anlamında 'haklı' olarak, dünyayı kendi çerçevesinden görür, algılar, yaşar, tadar ve aslında bunu istediğini zanneder ki içinde bulunduğunu istemesi söz konusu değildir. Varoluşu sebebiyle hep dahil olamadığını arzulaması bundandır.. Öyle ki olduğunun, istediği olmaması hali genellikle ağır bir kriz vakasıdır, ardından aydınlanmayı getiren.


Sübjektif bakış açısı ya da öznellik işte tam anlamıyla insanı bu sebeple tasvir eder. Bu durum olağandışı olmamakla beraber kişiyi, kendisi dışındaki tüm yaşamından ayırt etmesini ve ayrı düşmesine sebep olan yegâne unsurdur.

Bu duruma karşı gelişmiş düşünce empatiktir. Kişinin eşsiz olmakla beraber, yer yüzünde ve yaşamda tek olmadığının öğreti yeteneğine sahiplik eder. Empati, her halükarda kendini haklı görmeyi engellemez ancak hakkın bir kısmının, tıpkı haksızlık yüzdesi gibi, karşıdaki kişinin de payı olduğunu farketmeyi sağlar.

Böylelikle aslında kesişen iki doğrunun '0' noktası halini alır. '0' noktası insanın bilinç merkezidir ve ilişkiler belirli kesişim noktalarının çokluğunun verdiği mutlulukla beslenir. Eğer yaşanan herhangi ilişkide, kesişim noktaları kıt ise ilişki ömürlü olmaz, kendi sonsuzluğunda yok olur.
Ancak tekil kişi, öncelikle kendisine duyduğu bağlılıktan ve/ancak karşısındakinin kendini hissettirdiği kişiye duyduğu anti/sempatiden mütevellit de ileri fikirli davranamaz ve hikayesini yönetemez. Yük her ne kadar hasmın üstünde kalırsa, kendini affetme ve 'ben' olma sürecinin o denli hafif sancılı geçeceğini istemsiz hesaplar.
Böylelikle, 'haklı' olarak aldığı nefesi 'haklı' olarak vermenin zorunluluğunu da başarıyla sırtlanıp, üstesinden gelmiş olur. Ve yarı zamanlı üstlendiği yükün hafifliği altında ezileceği gün için enerji depolamaya başlar. Tüm bu süreçte önce yorulur. Bu yorgunluğu seçtiği ve cesaretle direnmediği için üzülse de, bir müddet evreni suçlar 'üzülmüş olma'sından kaynaklı. Ardından evrenin şahsı olduğunu idrak edip, payına düşen gerçek suçluluğu kabullenir ve son noktada kendini affetmek için yaşamı affetmek zorunda kalır. Aydınlanma yaşar.

Bu sebeple hayat : 'Önce yorucu, yorgunluğu üzücü'dür.

T.

'With this hand I will lift all your sorrows. Your cup will never be empty, I will be your wine. With this candle, I will light your way into darkness. With this ring, I ask you to be mine.'